Sinifsal ve kolektif bir cinayet olarak

Sınıfsal ve kolektif bir cinayet
olarak Soma
18 MAYIS 2014

Evrensel

Sınıf cinayeti dedi bir yazar. En doğru tespitlerden biri. Soma’daki
madende kaybettiğimiz yüzlerce emekçinin yaşam hakları, daha
önce gasp edilen nice haklarının ardından ve tabi bunların
sonucu olarak, acımasızca ellerinden alındı. Kamuoyunda doğal
olarak madeni işleten şirket odak noktasına yerleşti, maktul
olarak görüldü ama aslında kolektif bir cinayet bu. Kimlerin payı
yok ki bu cinayette?
Hakan KOÇAK*
Sınıf cinayeti dedi bir yazar. En doğru tespitlerden biri. Soma’daki madende kaybettiğimiz
yüzlerce emekçinin yaşam hakları, daha önce gasp edilen nice haklarının ardından ve
tabi bunların sonucu olarak, acımasızca ellerinden alındı. Kamuoyunda doğal olarak
madeni işleten şirket odak noktasına yerleşti, maktul olarak görüldü ama aslında kolektif
bir cinayet bu. Kimlerin payı yok ki bu cinayette?
Madenlerin rödovans, hizmet alımı vb. farklı isimler altında özelleştirilmesinin yolunu
açan kanunları hazırlayanlar, bunlara oy verenler, sendikaların, odaların, bilim

insanlarının tepkilerine rağmen meclisten zorla geçirenler bu cinayetin yapısal
koşullarının hazırlanmasına katkı sunmadılar mı?
Ya bu tür sonuçları öngörerek yapılan itirazları küçümseyen; geri kafalı, dinazorlar olarak
gösteren, itibarsızlaştıran medya kalemleri? Fakülte kurullarına şirket temsilcilerini
doldurarak akademik bağımsızlığı yok edip, eleştirelliği ortadan kaldırarak şirketlerin işine
gelmeyen bilgi üretmeyi ve yaymayı olanaksız kılan akademisyenlere ne demeli?
Taşeron adı verilen çağdaş kölelik sisteminin; iş hukuku, sendikalar, toplu sözleşme ve
grev haklarını kağıt üzerinde bırakan bu uygulamanın olağanüstü ölçülerde
yaygınlaşmasının kapılarını açanlar, propagandasını yapanlar da dahil değil mi bu
cinayetin oluşum sürecine. Çalışma Bakanları, bakanlık bürokratları, kerli ferli büyük titrli
iş hukukçuları, milletvekilleri, yıllardır bunun için lobi yapan sermaye örgütleri vs. masum
mu?

İşçi sınıfının varlığını bile unutmuş, sorunlarına ya da çığlıklarına sayfalarının,
ekranlarının kıyılarında bile yer vermeye layık görmemiş medya patronlarına, televizyon
yapımcılarına, programcılara ne demeli? Şimdi başını yana eğip, gözlerini indirerek
yapılan "biz görmemişiz bu insanları, ayıp etmişiz" tiradları onları kurtarır mı
sorumluluktan?
Emeği ve emekçileri programlarının, söylemlerinin, politikalarının dışına atmış ya da hiç
almamış partilerin, işçileri yalnızca kendilerine düzenli olarak oy veren seçmenler gören

milletvekillerinin, siyasi parti yöneticilerinin suçlu olmadıklarını kim iddia edebilir?
Elbette bu kolektif cinayetin iki asli tetikçisi ise madeni işleten şirket ve iktidardır.
Diğerlerinin çeşitli biçimlerde yardım, yataklık, gözcülük, destekçilik yaptıkları cinayeti bu
ikisi alenen işlemişlerdir. Bir dizi teknik ve hukuksal ayrıntıya boğulmaya, indirgenmeye
çalışılsa da görünen açıktır. Şirket, yöneticisinin ağzından açıkça ifade ettiği gibi,
maliyetleri çok ciddi oranda düşürme politikası izlemiş, böylece sağladığı kârlarla
İstanbul’da devasa bir gökdelen inşa etmiştir. Geçen yıl yaptığını/yapılacağını iddia ettiği
yaşam odalarını oluşturmayarak yüzlerce işçinin ölümüne neden olmuştur. Mesele her
zaman olduğu gibi öncelikler meselesidir. Şirket yönetimi pişkinlikle yaşam odalarının
hazırlanmakta olduğunu ama cinayetin erken geldiğini söylemektedir. Yaşam odası
öncelik olamamıştır çünkü gökdelen gibi kâr getiren değil tersine maliyet artırıcı bir
yatırımdır. Yeterli sayıda yaşam odasının şirkete maliyetinin 10 milyon TL civarında
olacağı hesaplanmaktadır. Buna karşılık şirketin İstanbul Maslak’taki lüks gökdelenindeki
geniş bir rezidansın fiyatı 20 milyon TL civarındadır. Tablo ortadadır. Neredeyse bir
rezidansın parasıyla inşa edilebilecek odaların yokluğu sözcüğün tam anlamıyla bir
katliama neden olmuştur.
Şirket sahibi açıklamasında yaşam odalarının bir zorunluluk olmadığından da
bahsetmektedir. Bu doğrudur, ilgili yasada, yönetmeliklerde açıkça "yaşam odası"
kurulması bir zorunluluk olarak zikredilmemektedir. İşte bu noktada da gözler diğer
cinayet failine döner. Daha iki yıl önce çıkardığı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile bu

alanda büyük ilerleme kaydedildiğini propaganda eden hükümet ve Çalışma Bakanlığı
daha yasa çıkarken yapılan eleştirilerin haklılığıyla yüzleşiyorlar. Yasanın işverenler
üzerinde gerçek, ağır bir yaptırım gücü oluşturmadığı, temel mantığının iş sağlığı ve
güvenliği uygulamalarının özelleştirilmesi olduğu, gerçek bir denetimin olanaklarını
yaratmadığı yönünde eleştiriler daha o zaman dile getirilmiş ancak kale alınmamıştı.
Daha doğrusu bu eleştirilerin bir hükmü yoktu, çünkü AKP’nin kurduğu muhafazakar neoliberal rejim açısından sermayenin rahatını kaçıracak yasalara yer yoktu. elbette neoliberal politikalar bu iktidarla başlamadı.

Ne özelleştirmeler, ne de taşeronlaşma AKP’nin bir icadı. Onu özgün kılan mevcut neoliberal yönelişi kısa bir zaman dilimi içinde Anadolu’nun tüm coğrafyasına ve toplumun en
derinlerine nüfuz edecek biçimde ve insani sonuçlarına son derece kayıtsız biçimde
yaygınlaştırmayı başarmış olması. Soma’da da görüldüğü gibi söz konusu trajik insani
sonuçları muhafazakar bir dille, pratiklerle ve bir toplum mühendisliği mantığı içinde
anlamlandırması ve görünmezleştirmesi ise onun en büyük başarısı. Soma’da olanlar
aslında bize bu korkunç rejimi tüm çıplaklığı ile göstermiş oldu. AKP ile organik bağlar
içindeki bir şirketin yerel düzeyde kurulan patronaj ağları içindeki rolü, siyasi belirleyiciliği,
denetimsiz bir kâr hırsını garibanlara ekmek veren himmetli baba imajı ile örttüğü vb.
Şirket, parti, yerel bürokrasi ve hatta belli ölçüde sendikanın içinde yer aldığı paternalist
bir sistemin sıradan işçileri nasıl dilsiz, yaralı ve mağdur bırakarak varlığını sürdürdüğü
ortaya döküldü. 1930’ların, 40’ların Tek Parti Dönemine ne kadar benziyor değil mi? Rıfat
Hisarcıklıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde kullandığı "bizde işçi işveren iki ayrı sınıf değildir"
ifadesi bu noktada anlam kazanıyor işte. Tek Parti Döneminin "sınıfsız imtiyazsız

kaynaşmış bir kitleyiz" sloganı sanki güncellenerek yankılanıyor. Bu tesadüf değil. O
dönemde olduğu gibi bu dönemde de sermaye birikimi, kalkınma ancak baskıcı, otoriter
bir rejim altında, işçileri görünmez kılarak, sınıflaşmaları engellenerek sağlanabiliyor.
Ama gerçekler çok inatçı. Soma’da patlayan madenin ortaya çıkardığı korkunç acıyla
dilleri çözülen Soma’lılar çok çıplak ve tam da bu nedenle rahatsız edici sınıf gerçeğini
durmadan haykırıyorlar. Takım elbiselilerin tekmeleri Hisarcıklıoğlu’nu bir kez daha
yalanlıyor. İki sınıf var: Tekme atanlar ve tekme yiyenler, kravatlılar ve çizmeliler,
danışmanlı PR’lı basın toplantısında konuşanlar ve mezar başlarında beddua edenler,
korumalarla gezenler ve onlara küfredenler. Üzgünüz yerin 100 metre derinine
gömdüğünüzü sandığınız sınıf gerçeği bir kez daha, büyük acılarla ama büyük bir öfkeyi
de beraberinde getirerek gündemde. Şimdi işlediğiniz sınıf cinayetinin hesabını verme
zamanı. Hazır mısınız?
*Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi