Eski Onasyada Bilim ve Teknoloji Tip Tak
ESKİ ÖNASYA’DA BİLİM VE TEKNOLOJİ1
1. TIP
1.1. Mezopotamya
Mezopotamya tıbbı ile ilgili en önemli kaynakları kil tabletler üzerine
yazılmış çivi yazılı metinler oluşturmaktadır. Sayıları çok fazla olmamakla birlikte
Mezopotamya tıbbına ilişkin bilgiler, Sümer tıp
bilgilerini kullanan Akad
metinlerinde ele geçmiştir. Ele geçen iki tabletten ilkinde tek bir ilâç, diğerinde ise on
beş ilâç tarifi yer almaktadır. M.Ö. 3. bin yılın son çeyreğine tarihlenen bu ikinci
tablette, ilâçlar uygulanış biçimlerine göre üç gruba ayrılmıştır (Res.1). Sekiz ilâç
tarifini kapsayan ilk grupta, lapalar yer alır. Maddeler toz haline getirilmekte, sonra
bir sıvı ile lapa yapılmakta ve yara olan yer yağ ile sıvandıktan sonra lapa ile
sarılmaktadır. İkinci grup tarifler, dahilen kullanılan ilâçları içermektedir. Üçüncü
grup tarifler ise, anlaşılamamış ve uygulamaların belirsiz olduğu gruptur2.
Metinlerden anlaşıldığı kadarıyla dönemin tıpçıları, tedavilerde hem
hayvansal hem bitkisel kaynakları hem de mineral kaynaklarını birlikte
kullanmışlardır. Yün, süt, kaplumbağa kabuğu, su yılanı gibi hayvansal ürünler;
kekik, erik, armut, incir, söğüt, hurma, nane, çam, mersin ağacı gibi bitkisel ürünler;
sofra tuzu (sodyum klorür), potasyum nitrat, nehir zifti gibi mineraller bu kaynaklar
arasındadır3. Cerrahi uygulamalarda anestezi amacıyla şarap, günlük (kanaktu),
mürrüsafi (murru), söğüt yaprağı ve kabuğu (şarbatu) kullanıldığı bilinmektedir.
Ayrıca, hem dış hem iç tedavilerde banotu (šakiru); genelde tohum, çiçekler ya da
yapraklarının özünün içilmesiyle acıyı dindiren kendir (azallū); haşhaş özü (irrū,
ararū) ağrı kesici olarak sıklıkla kullanılmıştır4. Her hastalığın kendine benzer bir
madde ile tedavi edilmesi usulünü de geliştirmişlerdir5.
Mezopotamya’da iki tip profesyonel tıp uygulayıcısı vardı. Bunlardan ilki
görevi hastalığı teşhis etmek olan gruptu ve “ashipu” olarak adlandırılmışlardı. Aynı
zamanda hastalığın hastanın hatasından olup olmadığını belirliyorlardı. Diğer bir
1
Berna Şirvan, İzmir.
Arıhan 2003, 8-9. Mezopotamya tıbbı hakkında bilgiler içeren kil tabletlerin büyük bir kısmı
Asurbanipal Kütüphanesi’nden elde edilmiştir. Bilinen en kapsamlı tıbbi tedavi eseri 40 tabletten
oluşan “Tıbbi Teşhis ve Tedavi” olarak bilinmektedir. Tüm hastalıklar için hazırlanan eser bölümler
halindedir. Bkz. Arıhan 2003, 11.
3
Arıhan 2003, 10.
4
Adamson 2008, 101-102.
5
Mandacı 2013, 111.
2
1
grup “asu” adı verilen şifâcılar, bitkisel ilâçlar uzmanıydı. Üç temel uygulama
yöntemi vardı. Bunlar yıkama, bandajlama ve yarayı kapatma idi. Bununla birlikte,
tedavilerde tıbbi uygulamaların yanı sıra kehanete de başvuruluyordu. Hastalıklar
genellikle var olan bir ruhla ilişkilendirilirdi6. Doktorlar kendi içlerinde asistan
doktor (Asūşaher), Şef doktor (Rab asū) ve Büyük doktor (Rab amēl asū) olarak
derecelere sahiptiler7.
Tıbbı konu alan metinlerin varlığına rağmen hekimlik, daha çok deneyime
dayanmış görünmektedir. Mısır ile karşılaştırıldığında, Mezopotamya’da yalnızca
küçük veya orta cerrahi operasyonlar uygulanmıştır. Uzman cerrah sayısının az
olduğu anlaşılmaktadır8. Hammurabi kanunnamesinde doktorun hastayı tedavi
ederken bıçak kullandığı bazı cerrahi operasyonlardan söz edilmektedir. Ancak
ameliyatlar seyrektir. Trepanasyon (Kafatası dergi ameliyatları) örneklerine ise
rastlanmamıştır9. Antik dönem Mezopotamya’sında doktorlar “edubba” adı verilen
Sümer okulunda “ummia” adı verilen uzmanlardan ders alan eğitimli kişilerdir.
Kelime anlamı su bilicisi olan “A.ZU” (Akadca asû) adı verilen doktorlardan bilinen
ilki Lulu adında M.Ö. 2700’lerde yaşadığı düşünülen bir kişidir10.
Hekimlerin kullandığı çeşitli âletlerin birçoğu evde kullanılanlarla büyük
benzerlik göstermekteydi. Bunlar arasında saz ya da kamışlardan yapılmış olup farklı
boyutları olan ve reçete hazırlanırken kullanıldığı düşünülen kalbur türleri (nappū,
nappītu, mahhaltu), taştan ya da ağaçtan yapılan ve hububatlar ile tohumları ezmek
için kullanılan havan ve tokmaklar (abuttu, bukannu, mazuktu), merhem için
kullanılan taş kap Nahba/usu yer almaktadır. Cerrahi âletler olarak metal ya da
tahtadan yapılan kaşık ya da spatulalar (itgurtu, itgūru) farklı kullanımlar için değişik
boyutlardaydı. Pipet olarak kullanılan içi oyuk kamış (uppu), çoğunlukla bronz ya da
bakırdan yapılıyordu. Bu kamış türlerinden biri olan “takkussu” göz damlaları için
kullanılıyordu. Makaslar (si/erpu) ve bıçaklarda obsidyen ve çakmaktaşı tercih
ediliyordu. Bunlardan “karzillu” bronz ya da bakırdan yapılan, cerrahi kesikler için
kullanılan küçük bir bıçaktı. Keskin olmayan ve farklı madenlerden yapılmış olup
uca doğru genişleyen “kakku” doğumlarda kullanılıyordu. Ağaç, bronz, bakır ve
hayvan boynuzlarından yapılan “Šukurru, katātu, dalū ve gub/pru” tedavilerde
kullanılan iğnelerdi. Kolun kırılması gibi durumlarda tıbbi bir askı olarak “Šuhattu”
kullanılıyordu11.
6
Arıhan 2003, 12-13.
Ay 2012, 44.
8
Arıhan 2003, 14.
9
Adamson 2008, 94. Hammurabi Kanunlarının 215. maddesi hekimlerin gerçekleştirdiği cerrahi
operasyonlar, kullanılan aletler ve aldıkları ücretler; 218. madde ise başarılı olmayan operasyonlarda
hekimlere verilen cezalar hakkında bilgiler vermektedir. Bkz. Uncu 2013, 109-110.
10
Arıhan 2003, 14.
11
Adamson 2008, 95-99. Antik Dönem’de demir, çelik, bronz, kemik, altın, gümüş, bakır vb.
malzemeler cerrahi alet yapımında kullanılmıştır. Günümüze ulaşan bu döneme ait cerrahi aletler
7
2
Hekimler göz hastalıklarını yakından incelenmişler ve bu hastalıkları
iyileştirmek için göz banyoları, merhemler ve çeşitli yağlar kullanmışlardır. Bir takım
otları kaynatarak yağ içerisinde merhem yaptıkları ya da bakır madenini arpa suyuna
karıştırarak bununla hasta gözü yıkadıkları bilinmektedir. Tabletlerde ayrıca, boğaz,
kulak, kalp, akciğer, karaciğer, mide, bağırsak, cilt rahatsızlıkları hakkında ayrıntılı
bilgiler verilmiş ve tedavi yolları açıklanmıştır12.
Asur ve Babil uygarlıklarında tıp, Tanrılara karşı sorumlu olan rahiplerin
idaresindeydi. Ancak cerrahlar rahip olmadıkları için, hastalıklara uyguladıkları
tedaviden devlete karşı sorumlu idiler. Hammurabi kanunlarında ehliyetsizlik ya da
ihmalden kaynaklanan ücretlerin ve cezaların miktarları belirtilmiştir. Hekimlere
verilen cezaların tarifesi olduğu gibi ücretlerinin de tarifesi vardır. Doktorların farklı
şikayetler için birbirinden farklı reçeteler kullandıkları bilinmektedir. Zeytin, defne,
çirişotu, nilüfer ve mersin gibi bitkilerin meyveleri, çiçekleri, yaprakları, kökleri;
evcil ve vahşi hayvanların çeşitli organları; demir, bakır, şap, öğütülmüş taş ve tuz
gibi pek çok mineral bu reçetelerde yer alırdı. Hayvan dışkısından da çokça
faydalanılırdı. Olasılıkla hastayı rahatsız eden kötü ruhları kaçırmak için kullanıldığı
düşünülmektedir. Fakat ilâçların büyük bir kısmı bitkisel kaynaklıdır. Kullanılan
bitkilerin tohumları, kökleri, kabukları dalları ya bütün halinde ya da toz olarak
saklanmıştır13.
Tedavilerde kullanılan yöntemlerden biri olarak kehanette en çok tercih edilen
yol, hayvan karaciğerinin yorumlanmasıydı (Res.2). Kanın tüm yaşamsal
fonksiyonların kaynağı, karaciğerin kanın toplandığı merkez ve dolayısıyla da
yaşamın merkezi olduğuna inanılmıştır14.
Mezopotamya’da hekimler, insan anatomisi hakkında oldukça sınırlı bilgilere
sahiptirler. Anatomi bilgisi, kurban edilen hayvanlarla sınırlı olup, insanın
incelenmesi ve otopsiye rastlanmamıştır. Tıbbi metinlerden anlaşıldığı kadarıyla
cerrahi branşa sahip uzmanlar yoktur. Cerrahi müdahaleler, Mısır’a göre daha basit
düzeyde kalmıştır15.
1.2. Mısır
Mısır tıbbı hakkında bilgi veren birçok papirüs bulunmuştur. Bunlardan en
çok bilinenleri, M.Ö. 1553-1550 yıllarına tarihlenen ve Georg Ebers tarafından 1873
yılında Kahire’de bulunan papirüsler ile Edwin Smith tarafından bulunanlardır. Ebers
papirüsünde 877 tarif ve ilâç hazırlanışı mevcuttur. Tedavilerde haşhaş, keten,
kimyon, sinameki, kekik, kına, ardıç, keten tohumu, incir, nar kabuğu, pelinotu,
genellikle bronzdan imal edilenlerdir. Bunun nedeni, çoğunlukla bronzun tercih ediliyor olması değil
diğer malzemelere oranla zamana karşı daha dayanıklı olmasıdır. Bkz. Kurt 2006, 31.
12
Mandacı 2013, 110.
13
Arıhan 2003, 16-19.
14
Arıhan 2003, 21.
15
Adamson 2008, 103.
3
soğan gibi birçok bitkinin adı geçmektedir. Daha eski tarihlere ait olduğu düşünülen
Smith papirüsünde ise, yaraların, kırık ve çıkıkların tedavisi için çeşitli reçeteler yer
alır. Elde edilen bilgilere göre Mısırlılar, kırıklar için bandaja sarılı Huş Ağacı
tahtaları kullanmışlardır. Şifa verici dualar ve sözler de tedavinin parçasıdır.
Papirüsün bir yerinde, hekimin beyine kadar işleyen bir yaralanmayla ilgili gözlemi
yer alır. Beyin zarı, omurilik sıvısı, beyin kıvrımları tanıtılmıştır16.
Herodotos, Mısır’da organların tedavisiyle ilgilenen doktorların farklı
olduğundan bahsetmiş ve branşların varlığına değişmiştir. Bununla birlikte, doktorlar
arasında uzmanlaşma da vardır. Uzmanlıklar kendi içinde pratisyenlikten şef
doktorlara kadar çeşitlilik gösterir. En yüksek derece kralın doktoru olmaktır.
Diodorus Siculus, savaş zamanlarında ve Mısır toprakları içindeki seyahatlerde
hastalara ücretsiz tedavi yapıldığını anlatır. Doktorlar devletten para almaktadırlar17.
Eski Mısır hekimleri mabetlerde yetişirlerdi ve din adamı niteliği taşırlardı. Diş ve
göz doktorundan gastronomiye kadar birçok alanda uzman doktor bulunuyordu18.
Doktor anlamında kullanılan kelime “sinu” idi. Bir de bunların dışında “sekhmer
rahipleri” adı ile anılan bir din adamı grubu bulunuyordu ve onlar da tedavi işi ile
ilgileniyorlardı19.
Metinlerden elde edilen bilgilere göre, farklı birçok tedavi yöntemi vardır.
Haplar, lapalar, masajlar, göz damlaları, gargaralar, buhar teneffüsleri bunlardan
bazılarıdır. İlâç listeleri (farmakope) bitkisel ve hayvansal ürünleri, mineralleri içeren
kapsamlı bir içeriğe sahiptir. İlâçların et, süt, kan, yağ, hayvan dışkısı, çamur, yaprak
ve köklerini içerebildiği bilinmektedir. Kırık ve çıkık tedavilerinde un, bal ve
kaymak karışımından oluşan bir madde kullanmışlardır. Sarımsak önemli bir şifâ
kaynağı kabul edilmiştir. Sirke ve su içinde ezilerek gargara yapılmış, bazı yaralara
ve diş tedavilerine uygulanmıştır. Kimyon tozu, buğday ve suyla karıştırılarak
ağrıyan eklemlerde, bal ve sütle karıştırılarak da öksürüğü kesmede kullanılıyordu.
Kişniş de (coriandrum sativum) ferahlatıcı, gaz giderici, hazım faaliyetlerini
destekleyici özellikleri dolayısıyla tercih edilmiştir20. Bitkinin seçimi tedaviye ihtiyaç
duyan organla olan biçim benzerliğine göre yapılmıştır. Tek bir maddeden hazırlanan
ilâçlar olduğu gibi birkaç maddenin karışımıyla hazırlanan ilâçların da olduğu
bilinmektedir21.
Tüberküloz, suçiçeği ve kızamık yaygın olarak karşılaşılan hastalıklardır.
Tetanoz, zatürre, yüksek tansiyon ve parazit hastalıkları da vardır. Diş
rahatsızlıklarında reçine ve malahitten oluşan karışımlar dolgu yapımında
16
Arıhan 2003, 25-26.
Arıhan 2003, 25.
18
Ceran 2008, 32.
19
Ay 2012, 42.
20
Arıhan 2003, 27-28.
21
Ceran 2008, 38-39.
17
4
kullanılmıştır. Altın dolgulara da rastlanmakta olup, altın ve gümüşten tellerle
yapılan köprüler de bilinmektedir22.
1.3. Hitit
Hitit tıbbı ile ilgili bilgiler, başkent Hattuşaş’taki arşivlerde yer alan
tabletlerden öğrenilmiştir. Hastalıklar Tanrıların cezalandırması olarak görülmüş ve
dua ile ilâçlar beraber kullanılmıştır. Çare bulmak amacıyla, Mezopotamya ve
Mısır’da olduğu gibi kehanet önem kazanmıştır23. Bazı araştırmacılar, Hitit tıbbının
deneysel niteliği ağır basan Mısır tıbbından çok, dinsel pratikleri ve inancı ağır basan
Mezopotamya tıbbına benzediğini ileri sürmüşlerdir24. Aynı Mezopotamya’da olduğu
gibi Hititlerde de hekimler arasında hiyerarşi mevcuttur25.
Hititlerde kirlilik hâli, hastalık sebebi olarak görülmüş ve bu nedenle
temizliğe büyük önem verilmiştir. Temizlenmek için çeşitli maddeler kullanmışlardır.
Bunlardan bazıları sabun otu olarak da adlandırılan “tuhhueššar” dır. Tam olarak ne
olduğu ifade edilmeyen tuhhueššar’ın reçine ya da sakız losyonu olabileceği üzerinde
durulmuştur. “Hašuuai” adı verilen alkalik bir bitki, ateş ve su da temizlik için
kullanılmıştır26.
Tedavilerde kullanılan bitkiler arasında badem, haşhaş, meyan kökü, sarımsak,
sedir, söğüt, susam, abanoz ağacı sayılabilir. Reçetelerden görüldüğü kadarıyla,
kullanılış miktarları kesin olarak verilmemiş, hekimlerin bunları ezbere uyguladıkları
düşünülmüştür27.
2. TAKVİM VE TARİHLENDİRME
2.1. Mezopotamya
Mezopotamya takviminde gün, ay ve yıl şeklinde üç temel birim vardır. Bir
ay yaklaşık olarak 29 veya 30 gün olarak kabul edilmiştir ve 12 aylık bir ay yılı 354
gündür. İlkbaharda nehir sularının ısısı ve tarlalardaki meyvelerin olgunlaşması gibi
tabiat olaylarının Güneş’in konumuna bağlı olması ve düzenli bir takvim olmadığı
için de mevsim koşullarına bağlı bu olayların takvim yılı içindeki yerleri, birkaç yıl
geçtikten sonra değişikliğe uğruyordu. Bu durum yıla bir artık ay eklenmesini
zorunlu kılmıştır. Ay yılını esas alan Mezopotamya takviminin Güneş yılı ile
ayarlanmasına ihtiyaç duyulduktan sonra yıl 13 aya çıkarılmış ve 354 günlük Ay yılı
365 gün 6 saatlik Güneş yılı arasındaki farkı kapatma yoluna gidilmiştir. Yıla on
üçüncü bir ay ilavesi yöntemi oldukça eskidir. III. Ur Sülalesi Dönemi’nde artık ay
22
Arıhan 2003, 32.
Arıhan 2003,
24
Ceran 2008, 48.
25
Ay 2012, 45.
26
Ceran 2008, 49-50.
27
Ceran 2008, 53.
23
5
eklenmesi usulünün 8 yıllık bir devreye bağlandığı görülmektedir. Artık ayların
kralların emri üzerine eklendiği ve artık ayların eklendiği yılların arka arkaya
gelişinde hiçbir düzenin olmadığı anlaşılmaktadır. Mezopotamya’da genel olarak
yılın ilkbahar gündönümünden hemen sonraki ilk hilal ile başlatılması usulü kabul
edilmiştir. Ancak yılın başlangıcı, dönemlere göre farklılıklar göstermiştir. Bazı
dönemlerde yılın başlangıcının sonbahara geldiği anlaşılmaktadır28.
Güneş saatleri sadece gündüz saatlerini belirlemede kullanıldığından 12 saat
ile sınırlı kalmış, geceleri zamanı belirlemek için su saati kullanılmıştır. Bu saatlerin
kullanımından önce, zamanı belirlemek için gölgelerin hareketleri gözlemlenmiş ve
yere dik olarak tutturulan bir dal veya çubuğun gölgesi dikkate alınmıştır. Bu
yöntemin ilk olarak Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir29.
Doğa ve gök olayları, tanrıların insanlarla iletişim kurma araçları olarak
görülmüş ve doğada olan tüm olaylar gözlemlenmiştir. Gök cisimlerinin
hareketlerinin gözlemlenerek yorumlanmasını getiren astronomi ve astroloji tabletleri
bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlar aynı zamanda ay ve gün (takvim) bilgisine sahip
olmayı da beraberinde getirmiştir. Mezopotamyalı kahinler için gezegenlerin
hareketleri önemli olmuştur. Bir gezegenin diğer bir gezegene yaklaşmasını veya
ondan uzaklaşmasını gözlemlemiş ve bundan çeşitli anlamlar çıkarmışlardır.
Astronominin başlıca konusu ise Güneş ve Ay tutulmalarıdır. Ay tutulmalarının
dolunay, Güneş tutulmalarının yeniay dönemine rastlandığını tespit etmişlerdir. Ay
tutulmalarını önceden hesap edebilmişler; astrolojik raporları yazarken fırtına, şimşek
ve yıldırım gibi hava olaylarından yararlanmışlardır. Mezopotamya’da Ay
tutulmaları ile ilgili çok sayıda tablet ele geçmiştir. I. İsin Sülalesi Dönemi
krallarından İşme-Dagan dönemine tarihlenen Sümerce tabletler, bu tür tabletlerin en
erken örnekleridir. Bu tabletlerde, Ay tutulmaları ile ilgili gözlemlerden elde edilen
kehanetler yer alır. Burada geçen ifadeler, Mezopotamya takvimine göre yılın
başlangıcının Nisan ayına rastlandığını göstermektedir30.
2.2. Mısır
Bu alanda çalışmalar yapılmasında, Eski Mısırlıların toprağa yerleşerek
ziraatla uğraşmaya başlamaları etkili olmuştur. Hesap yapmak durumunda kalmışlar
ve “Nil Yılı” dedikleri zaman kesitini bulmuşlardır. Bu yıl zaman bakımından sabit
yıldız Sirus’un yıllık hareketlerine paralellik göstermektedir. Mısırlılar seneyi Nil’in
hareketlerine bağlı olarak dörder aylık üç mevsime bölmüşlerdi. İlki Nil Nehri’nin
taşması (Haziran-Ekim), ikincisi tohum atma (Ekim-Şubat), üçüncüsü ise hasat
(Şubat-Haziran) dönemiydi. Bir ay 38 gün olarak kabul edilmişti. Resmi senenin ilk
günü olarak Sirus yıldızının güneşle aynı anda doğduğunun görüldüğü gün
28
Erginöz 2007-2008, 200-201.
Kaplan 2009, 88.
30
Erginöz 2007-2008, 201, 203. Asurluların “Hamuştym” olarak adlandırdıkları haftayı beş gün kabul
ettikleri bilinmektedir. Bkz. Çağatay 1978, 108.
29
6
seçilmiştir. Bu dönem genellikle Nil’in en kabarık olduğu zamanlardır. M.Ö. 4241
yılından itibaren uygulamaya konduğu bilinen bu takvime göre sene 365 gün olarak
belirlenmiştir. Bunun nedeni, Sirus yıldızının Güneşe nazaran dört senede bir günlük
bir gecikme ile doğması ve dolayısıyla da senenin normal müddetinden 6 saat eksik
hesaplanması olmuştur31.
2.3. Hitit
Hititler, pek çok alanda olduğu gibi astronomi sahasında da
Mezopotamya’dan etkilenmişlerdir. Mezopotamya’da evrenin işleyişini tanrıların
düzenlediğine inanmışlardır. Doğa da tanrıların insanlara istediklerini belirttikleri bir
araçtır. Bu sebeple doğa, başlı başına bir kehanet malzemesidir. Mezopotamya’daki
bu anlayış, Hititler için de geçerli olmuştur. Bunun sonucunda bütün maddi dünya
kehanetle ilgili bilgi veren nesneler dünyasına dönüşmüştür. Fakat Hitit düşüncesinde
kehanet, Mezopotamya kehanet anlayışından farklı olarak genelleştirici olmamıştır.
Hurriler aracılığıyla Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçen kehanet kültürü, Hititlerin
zihniyetine uyduğu oranda kabul görmüştür. Bunlar içinde yaygın olarak kabul
göreni astrolojik kehanetlerdir32.
Hitit saray arşivindeki belgeler arasında, başlı başına astronomiye ait bir belge
bulunmamakla birlikte, kehanet amaçlı kullanılan, gökyüzü rasatlarını içeren ve
büyük kısmı Ay, Güneş ve yıldızlarla ilgili olan Mezopotamya kökenli belgeler ele
geçmiştir. Güneş’in doğuşu ve Güneş tutulması ile ilgili gözlem ve yorumları içeren
bu Akadca belgelerin bir kısmı Hititçe’ye çevrilmiştir. Elde edilen bilgilerden,
Hititlerin Güneş gözlemleri yaptıkları ve Güneş’in günlük hareketini gözlemledikleri
anlaşılmaktadır33.
Hitit takvim sistemi hakkında yeterli bilgiye ulaşılamasa da, genel olarak
Mezopotamya’da olduğu gibi sene Ay’a bağlı olarak tespit edilmiş, Ay takvimi
kullanılmıştır. Her bir ay 28 ya da 29 gün olarak kabul edilmiştir. Ay takviminin
kullanıldığını kanunlardan görmek mümkündür. Hem dünyanın uydusu olan ay hem
de yılın on iki ayından her biri için “Arma” terimi kullanılmıştır. Bu, aynı zamanda
Hitit Ay Tanrısının da adıdır. Hitit takvimi, mevsimlik tarım faaliyetlerinin
başlamasına ve bitmesine dayalı olan bir tür tarım takvimidir. Yıl bahar mevsiminde
“Hamešha” (Mart-Haziran) başlamaktadır. Hamešha’yı “Ebur” (hasat zamanı, yaz),
“Zena” (hasat mevsimi, sonbahar) ve “Gim, Gimmant” (Kasım-Mart, kış mevsimi)
31
Saraç 1943, 109. Astronomi gözlemlerinin kaydedildiği cetvellerden Mısırlıların, çıplak gözle
görülemeyecek yıldızları tanıdıkları, sabit yıldızlarla gezegenleri ayırt edebildikleri anlaşılmaktadır.
Bkz. Saraç 1943, 109.
32
Erginöz 2007-2008, 200-201, 204. Hitit takvimine göre, yılın başlangıcı olarak kabul edilen
ilkbaharın gelişiyle birlikte doğanın tekrar canlanmasının kutlanması ile ilgili mitoslar vardır.
Bunlardan biri olan İlluyanka efsanesinde fırtına tanrısı ile canavar yılan İlluyanka arasındaki savaş
anlatılmaktadır. Bkz. Erginöz 2007-2008, 206.
33
Erginöz 2007-2008, 204.
7
takip etmektedir34.
3. KİMYA
3.1. Dokuma ve Doğal Boyama
Antik çağda giysiler, başlangıçta iklim koşullarına uygun olarak vücuda
sarılan basit, tek ya da iki parçalı modellerden oluşmuştur. Giysiler zamanla uzun ve
dökümlü tuniklere dönüşmüş ve bitkisel boyalarla renklendirilmişlerdir. Tekstilde
boya olarak sarı için muhabbet çiçeği, boyacı sumağı ve katırtırnağı; kırmızı için
hayvansal ürün olarak lak böceği, kermes böceği, ekin koşinili, bitkisel olarak kök
boya; yeşil renk sarı ve mavi renk veren bitkilerin birlikte kullanılması ile elde
edilmiştir. Antik Mısır’da süslenme temel bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Yeni
Krallık Dönemi’nde değerli taşlarla süslenmiş kemerler, giysilerdeki renk kaynağını
oluşturmuştur. Kuyumlarla süslenmiş geniş yakalar göğsün büyük bir kısmını
kaplamış, bunun yanı sıra küpeler, soketler, bilezikler, kolyeler takmışlardır35.
Mısır’da toplumsal konumların simgesel bir göstergesi olarak, soyluların kraliyet
keteni olarak bilinen beyaz, ince ve yarı saydam dokumadan yapılmış kumaşlardan
oluşan giysileri, kral ve devlet adamlarının ise sert plilerden oluşan ve altın işlemeyle
süslenmiş olan şentileri kullandıkları bilinmektedir36. Thebes’de IV. Tuthmosis
dönemine tarihlenen ceylan derisinden elbiseler ile Eski Mısır rakiplerinin giydiği,
omuzdaki bir ilmikten geçen iplerle uzaltıp kısalabilen leopar derisinden elbiseler
bilinen giyim eşyaları arasındadır37. Hem Mezopotamya hem de Mısır kültüründen
etkilenen Hititlerde de kıyafet ve aksesuarlar, toplumsal statü ve meslek gruplarını
belirtmede önemli unsurlar olarak kabul edilmişlerdir. Süslü veya yalın biçimlenmiş,
deriden ya da madenden yapılmış kemerler, silindirik veya sivri başlıklar elbiseyi
tamamlayıcı unsurlar olarak kadınlar tarafından kullanılmıştır. Erkekler ise, desenli
dokunmuş kısa etekler, V yakalı ince mintanlar, keten veya yüzden kollu kısa
tunikler ve mantolar giymişlerdir38.
Bitkisel boya maddeleri arasında yer alan safranın içerisindeki carthamin,
hem boya hem de sabitleştirici madde olarak kullanılmıştır. M.Ö. 1600’lerden
itibaren narın kabukları şap yardımı ile sarı renk elde etmek için kullanılmıştır.
Ayrıca, kına kırmızı, akasya mavi, ceviz siyah renk için tercih edilmiştir39.
3.2. Değerli Taşlar
Binlerce yıldır kullanılan değerli taşlarla bezenmiş takılar, sosyal statü ve
kimliği temsil etmek, onu takan kişiyi kötülüklerden ve tehlikelerden korumak gibi
34
Erginöz 2007-2008, 209-210.
Evecen 2014, 371-372.
36
Evecen 2014, 382.
37
Yıldız 1993, 14.
38
Üster 2011, 40.
39
Yıldız 1993, 22.
35
8
simgesel, dinsel birçok farklı amaç için tercih edilmişlerdir. İlk takılar fildişi, taş,
deniz kabuklarından; maden işlemeciliğinin başlamasından sonra da madenlerden
yapılmıştır. Çok tanrılı dönemlerde yaratıcının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul
edilen krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri bedenlerinde de göstermek için taş
ve madenlerden yapılmış takılar kullanmaya başlamışlardır40.
Mısır’da, takılarda kullanılan değerli taşların güçleri olduğuna, şans verdiğine
ve ömrü uzattığına inanılmıştır. Tanrıların simgeleri takılarda sıklıkla kullanılan
figürler arasında yer almıştır. Bu dönemde kullanılan değerli taşlar ve takılar, hem
toplum içindeki konumun bir göstergesi olmuş hem de sivil ya da askeri bir nişan ya
da bir koruyucu olarak da kullanılmıştır41.
Takılarda kullanılan renklerin bu dönemde simgesel bir inanç değeri haline
geldiği görülmektedir. Buna örnek olarak mavi renge yüklenen nazardan koruduğu
inancı gösterilebilir42.
Uygarlık tarihi boyunca güç ve kudretin, sonsuz yaşamın simgesi olan zümrüt,
M.Ö. 3500’lü yıllarda Mısırlılar tarafından Kızıldeniz çevresinden çıkartılmış ve
yüzlerce yıl mücevherlerde kullanılmıştır. Bu türden madenler Antik çağda
“Kleopatra madenleri” olarak adlandırılmışlardır. Antik çağlarda kırmızı renkli
taşların kalbi güçlendirdiğine, ishal ve kanamayı önlediğine inanılmıştır43. Fakat
değerli taşların azlığı ve dolayısıyla da pahalı oluşu, taklitlerinin yapılmasına da yol
açmıştır. Bakırçalığı, zencefre, kobalt oksit, demir oksit, bakır oksit, balık pulları,
sedef kırıntıları, gelincik çiçeği suyu ve dut suyu taklit taşların hammaddelerindendir.
Mezopotamya’da taşların kullanımı çok eski dönemlere kadar gitmektedir.
Geç Ubeyd Dönemi’ne ait tepe Grawra’da ele geçen turkuaz, ametist, agat , ceyd,
lapis lazuli gibi taşlar Mezopotamya’da ilk kez lüks tüketim maddeleri için yapılan
ithalatı belgelemektedir. Bu taşların çoğunun Mezopotamya’ya İran’dan ithal edilmiş
oldukları bilinmektedir. En yakın lapis lazuli kaynağı olarak da Afganistan’daki
Badakshan gösterilmektedir. Mezopotamya’da oldukça popüler olan lapis lazuli
gerçek ve yapay olarak adlandırılmış; “ugnü sadi/dağdan gelen lapis lazuli” ve “ugnü
kuri/fırından gelen lapis lazuli” olarak nitelendirilmişlerdir44.
Antik Dönem Anadolu uygarlıklarında takılar, özellikle sözsüz iletişimde
önemli bir paya sahiptir. Takılan takılar bazen de bir mensuba aitliğin simgesi
olmuştur. İşaret parmağına takılan ve mühür olarak kullanılan yüzükler, kralların
veya devlet adamlarının mensup oldukları toplulukların bir sembolüdür. Anadolu
40
Üster 2011, 44.
Evecen 2014, 376.
42
Evecen 2014, 377. Antik Roma’da da, giysilerde renklere önem verilmiştir. Bir tür deniz
kabuklusundan elde edilen ve “tyran moru” denilen renk, Romalı hakimler, papazlar ve imparatorluk
tarafından giyilen giysilerin rengi olmuştur. Bkz. Evecen 2014, 380.
43
Üster 2011, 81.
44
Yağcı 1993, 32-33.
41
9
uygarlıklarında geleneksel gümüş kadın takılarında kullanılan süslemelerde, bitkisel
motifler yoğunluktadır. Bunları sembolik anlamlar taşıyan geometrik motifler, nadir
olarak hayvansal motifler ve yazılar izlemektedir. Geometrik form ya da motifler,
genel olarak evrenin sonsuzluğunu sembolize etmektedir. Üçgen, kare, daire,
eşkenar, baklava veya yıldız motifleri yoğun olarak görülmektedir45.
Yarı değerli taş işlemeciliği, Neolitik Dönem’den başlayarak gelişme
göstermiş ve Eski Tunç Çağı’nda zirveye ulaşmıştır. Asur Ticaret Kolonileri
Çağı’nda taşlar çeşitlenmiş, kompozit eserler de ortaya çıkmıştır. Hitit Çağı ise, bu
tür taş işlemeciliği açısından zayıftır46.
3.3. Madencilik
Madencilik, insanın öğütme, kesme, bileme veya kendini savunma amacıyla
en uygun taşları toplamaya başladığı Paleolitik Dönem’den itibaren uygulanan bir
aktivite olmuştur. Çakmaktaşı ve obsidyen, işlenerek düzgün el aletleri ve çok keskin
silahlar haline getirilmiştir. İnsanın sürekli merakı, onun parlak renkli bakır oksitler
gibi parlak metallerle tanışmasını sağlamış, bu tür malzemeler boncuk gibi süs eşyası
ya da boya olarak kullanılmaya başlanmıştır. Erken dönem madencileri, parlak mavi,
yeşil ve dikkat çekici renkler sunan bakır oksitlerin, bakırın diğer formları olduğunu
anlamış olmalıdırlar. O tarihte bilinen ısıtma tekniklerini bu cevherler üzerinde de
uygulamışlardır47.
Antik dönem madencileri için, cevherden metal eldesi ilahi kabul edilen
kozmik bir dünyaya girişi de simgeleyen işlemdir. Bilim insanları bu işlemlerin,
tanrılara cevherden metali serbest bırakması için yapılan yalvarmaları içeren bir ritüel
olarak kabul edildiğine inanmaktadırlar. İşlemin başarısı, kullanılacak cevher ve
yakıt miktarının hassas bir şekilde hesaplanmasına, gerekli olan ısıyı üretecek fırının
belirlenmesine ve işlem süresinin cevherden en çok metalin alınmasını sağlayacak
şekilde belirlenmesine bağlıdır. Metalin elde edilmesi hem doğal hem de doğa üstü
bir dizi sırdan oluşan ve gizliliğini korunan bir ritüel olmuştur48.
Büyük olasılıkla aynı zamanda ateş tanrısını davet etmeyi de içeren bu
işlemler, Mezopotamya’da Tanrı Gibil’in çağrılması ile yapılmıştır. Ninmug ise
Mezopotamyalı demirciler/metal ustalarının Tanrıçası olarak bilinmektedir ve gerek
metalden silah gerekse günlük kullanıma uygun el aleti, dinsel obje ve süs eşyası
45
Üster 2011, 95, 97. Değerli taşların kullanımı, ilerleyen dönemlerde de devam etmiştir. 1400’lü
yıllarda Avrupa’da rakipleri tarafından öldürülme korkusu yaşayan üst düzey yöneticiler, olası bir
zehirlenmeye karşı yedikleri ve içtikleri şeylere “panzehir taşı” olarak adlandırılan tozdan
eklemişlerdir. Bu taş hayvanların safra taşıdır ve zehirlenmeyi önlediğine inanılmıştır. 1900’lü yıllarda
bazı bilim insanları tarafından, bu düşünceyi kanıtlama adına bazı deneyler yapılmış ve bu taşın
arsenik ve bu türden bazı maddelere karşı koruyucu özelliği olduğu anlaşılmıştır.
46
Özkan 2011, 271.
47
Dardeniz 2015, 236-237.
48
Dardeniz 2015, 237-238.
10
üretimi sırasında bu Tanrıçaya dua ettikleri düşünülmektedir. Asur dönemine ait bir
tablette, uygun gün ve ayın belirlenmesi gerektiği, fırının önüne bir tütsü konduğu ve
törenler sırasında yere bira döküldüğü yazılmaktadır. Eski Mısır da metal ile ilişkili
kendi kutsallarına sahiptir. Altın, Güneş Tanrısı Ra’nın eti olarak değerlendirilmiş,
madencilerin Tanrıçası Hathor da çoğu zaman “altın olan” adıyla betimlenmiştir.
Hathor’a adanan tapınak, Sina’da, turkuaz madenlerinin bulunduğu Serabit elKadim’de bulunmuştur ve “Turkuaz’ın Hanımı” sıfatını almıştır49.
M.Ö. yaklaşık 3800-3100 arasındaki Geç Kalkolitik Dönem’de bir taraftan
politik organizasyonlarda gelişmeler ve doğal kaynaklardan yararlanmada belirli bir
düzen bulunmaz iken, diğer taraftan yerleşkelerin ekonomik birikimleri de istikrarlı
bir şekilde giderek artmaktaydı. Güney Mezopotamya’daki şehirleşme, burada
giderek gelişen elit sınıf ve bunların metali de içeren temel doğal kaynaklara olan
talebi ile güçlenmekteydi. Mezopotamya’daki tacirler, şehir merkezlerindeki başlıca
bakır, gümüş ve altın talebini karşılayabilmek için farklı yönlerden metal yataklarına
ulaşmaya çalışmışlardır. Bu listeye daha sonraları kalay da dahil olmuştur. Bu
50
metallerin bir kısmı, İran’dan ve yakın çevresinden karşılanmış olmalıdır . Mısırlılar
da, Sina Yarımadası’nda işlettikleri zengin bakır madenleri dışında diğer madenleri
ithal etme yoluna gitmişlerdir. Demir, altın, kalay , gümüş gibi madenleri Arabistan,
Nubya, Anadolu’dan karşılamışlardır51.
Erken Tunç Çağı’nda metal ustalarının, bölümü kalıbı alma, tavlama, altın ve
gümüş ile kaplama, çoklu kalıba dökme, merkezi delikten döküm ve lehimleme gibi
karmaşık teknikler konusunda ustalaşmışlardır. Bu teknikler, Orta Anadolu
platosundaki Alaca Höyük, Horoztepe, Eskiyapar ve diğer yerleşimler ile
Anadolu’nun kuzey kıyılarındaki İkiztepe’deki metal eserler için tipik özellikleridir52.
3.4. Cam Üretimi
Cam ilk olarak, M.Ö. 3. binin sonlarında Mezopotamya’da keşfedilmiştir.
Bilinen ilk cam örnekleri, Bronz Çağı’ndan başlayıp Demir Çağı içlerine kadar
istisnasız, değerli ve yarı değerli taşlara alternatif olarak oldukça parlak renklerde
üretilmiş ve opak yani geçirgen veya şeffaf olmayan boncuk, mühür veya kakma
tarzı küçük objelerdir. Değerli taşların işlenmesinde kullanılan kesme, oyma ve
zımparalama işlemleri uygulanmıştır53.
Cam silisyum dioksit ile kalsiyum karbonat ve sodyum karbonat
birleşmesinden oluşmaktadır. Tümüyle doğal bir madde olmakla birlikte, ancak insan
eli ve katkısıyla oluşturulabilmektedir. Silisyum dioksit “kum”, kalsiyum karbonat
49
Dardeniz 2015, 238.
Dardeniz 2015, 239.
51
Saraç 1943, 111.
52
Dardeniz 2015, 241.
53
Tek 2005, 109.
50
11
“kireçtaşı”, sodyum karbonat “soda” biçiminde doğada bulunmaktadır. Camı
oluşturan bu maddelerin birbirlerine oranları çeşitli dönemlere ve üretim
merkezlerine göre çeşitlilik göstermektedir. Camın ilk örnekleri üretilirken asıl
amacın değerli ve yarı değerli taşların taklitlerini yapmak olduğu sanılmaktadır54.
Cam ve seramik malzemelerde sır olarak çeşitli mineraller ve metal bileşikleri
kullanılmıştır. Bunlardan kalay oksit beyaz, kobalt tuzları koyu mavi, bakır tuzları
açık mavi, orpimen sarı, pirolusit siyah, hematit kızıl kahverengi sırları
oluşturmaktadır.
Bilinen en erken üretim merkezleri olan Tell el Amarna ve Malkata’da camın
üretilmesi için kullanılmış fırınlara ait izler saptanamamıştır. Ancak burada derin
olmayan, basit potaların sıcaklığa dayanıklı tamburlar üzerine yerleştirilip ateş
üzerinde ısıtılmasından oluşan bir açık ocak sisteminin kullanılmış olduğu
sanılmaktadır. Bu şartlar altında camın tam eriyik duruma gelmesi için yeterli ısıya
ulaşmak mümkün olmadığından, camın henüz macun kıvamındayken işlendiği
anlaşılmaktadır. Asurbanipal kütüphanesinden ele geçen çivi yazılı tabletlerde
Mezopotamya’daki cam üretimi için kullanılan fırınlara “kuru” sözcüğünün seçildiği
görülmüş (“kuru”-fırın, “kuru sa takkannu”-odalı fırın gibi) ve cam üretimine
elverişli ergitme fırınlarına verilen ad olduğu düşünülmüştür. “Kuru”ların camı
oluşturan hammaddeleri karıştırarak ısıttıkları anlaşılmaktadır. “Takkannu” yani
odalı fırın tipi ise cam yapımında kullanılan gerçek ergitme fırını niteliğinde
olmalıdır. Tabletlerden öğrenildiğine göre, uzun süreli ateşlemelerin gerektiği
durumlarda kullanılan bir fırın tipi daha mevcuttur. “Atunu” adı verilen bu fırınların
içinde potaların değil kalıpların kullanıldığı bilinmektedir55.
Mezopotamya ve Mısır’da ilk cam vazolar, iç kalıp tekniğinde üretilmişlerdir
(Res.3). Bu teknik, cam vazoların yapımında kullanılan en erken yöntemi
belirlemektedir. Yapılmak istenen vazonun formunda hazırlanmış organik bir madde
ile sıkıştırılmış kumdan toprak ya da kilden bir kalıbın metal bir çubuk üzerinde
oluşturulması iç kalıp yönteminin temelini oluşturmaktadır. İç kalıp tekniğinin özel
bir türü olan çubuk tekniğinin ilk örnekleri ise Mısır’da 18. ve 19. Hanedan
dönemlerine tarihlenmektedir. Daha sonraki dönemlerde kuzey batı İran ve
Mezopotamya’da M.Ö. 6.-5. yüzyıllara tarihlenen ince, uzun tüp biçimindeki
sürmedenliklerde bu tekniğe rastlanmıştır. Kullanılan başka bir teknik çeşitli
formlardaki kalıplara tek ya da çok renkli camın eriyik durumdayken dökülmesi ile
çeşitli nesne ve vazoların yapılmasında kullanılan “döküm tekniği”dir. Ayrıca,
balmumundan yapılmak istenen vazo ya da objenin bir modelinin çıkarılarak seramik
veya açıyla kaplanması, fırında ısıtılarak dıştaki seramik-alçı kabuğun sertleşmesi
buna karşın balmumunun akıp gitmesi ve böylece hazırlanan kalıba toz halindeki
camın dökülmesiyle istenen formun elde edildiği “kayıp balmumu-cire perdue”
54
55
Yağcı 1993, 12-13.
Yağcı 1993, 18-19.
12
tekniği; serbest üfleme tekniği ve kalıba üfleme tekniği de kullanılmıştır56.
Camın madde olarak M.Ö. 3. binde Mezopotamya’da bulunuşundan oldukça
uzun bir süre sonra camın işlenmesi, çeşitli formlarda vazoların yapımı
gerçekleşebilmiştir. M.Ö. 2. binin başlarında Mezopotamya’da camdan vazoların
yapıldığı bilinmektedir. III. Ur Hanedanı dönemine tarihlenen bir listede Sümerce
“an-zah/kase” ve M.Ö. 14.-12. yüzyıllara tarihlenen cam yapımıyla ilgili Akkadca
metinlerde “anzahhu/cam kap” olarak ifade edilmektedir. M.Ö. 2.binde Anadolu’daki
en önemli cam buluntuları ise Hitit başkenti Boğazköy’de ele geçmiştir. Hititçede
“cam” veya “cam vazo” anlamına gelen “zapzagai/zapzaki/zapziki” sözcüğünün
varlığı ve bunun Hititçeye girmiş yabancı bir sözcük olduğu bilinmektedir. Bu
dönemde Anadolu’da cam değerli bir malzemedir ve ele geçen cam eserler az
sayıdadır57.
3.5. Yazı Araç-Gereçleri
İnsanlığın çok önemli buluşlarından biri olan yazının icadı ile birlikte, üzerine
yazı yazılacak gereçler ve yazı araçları da icat edilmeye başlanmıştır. Bu alanda üç
temel yazı gereci olarak papirüs, parşömen ve kağıt bulunmuştur. Bununla birlikte,
bu üç temel gereçten başka, ilk olarak doğada kolaylıkla bulabildikleri çeşitli düz
yüzeyli nesnelerin üzerine yazılar yazmışlardır. Sarp kayalar, taş, mermer, hayvan
kemikleri, ağaç kabukları, keten bezi, kil tabletler, değerli metallerden levhalar, tahta
ve balmumu tabletler kullanılan yazı gereçlerindendir58.
3.5.1. Mezopotamya
Mezopotamya’da çivi yazısı özellikle kil tabletler üzerine yazılmıştır.
Coğrafyaya bağlı olarak nehir alüvyonlarından elde edilen bu toprak, ona rekabet
edecek başka malzemenin bulunmaması nedeniyle Mezopotamya’nın yazı malzemesi
haline gelmiştir. Kilden başka tahta, fildişi, deri, balmumu gibi diğer malzemeler de
daha az sayıda olmakla birlikte kullanılmıştır. Kil tablet, killi topraktan
yapılmaktaydı. Bunun için, kum, balçık ve bitkisel topraktan oluşan özlü bir toprak
gerekiyordu. Mezopotamya’da taş ve ağacın az bulunmasına karşın, yazı için uygun
kilin varlığı bu malzemenin seçilmesinde başlıca neden olmuştur. Tabletlerin
biçimleri, dönemlere ve metnin ait olduğu tablet gruplarına bağlı gözükmektedir.
56
Yağcı 1993, 23, 25-26, 29.
Yağcı 1993, 33, 69. Boğazköy’de Yukarı Şehir I-B tabakasında mavi camdan yapılmış çıplak kadın
figürini bulunmuştur. Tanrıça Astarte olabileceği düşünülen bu figürin, M.Ö. 14. yüzyıla
tarihlenmekte ve Boğazköy’e Suriye-Filistin bölgesinden getirilmiş olduğu düşünülmektedir. Bkz.
Yağcı 1993, 65.
58
Demiriş 2002, 1. Balmumu tabletler (tabulae ceratae), yazıda insanlara büyük kolaylıklar
sağlamıştır. Bu tabletler üzerine yazılan yazılar kolaylıkla silinebilmekte ve böylece tablet defalarca
kullanılabilmekteydi. Balmumu tabletler şöyle hazırlanmaktaydı: tahtanın yüzeyi ince bir tabaka
halinde oyulur, oluşturulan çukur yüzey genellikle siyah olan ince bir balmumu tabakasıyla kaplanırdı.
Tabletlerin ikisi ya da daha fazlası bir araya getirilir, kenarlarında iki ya da üç delik açılır, menteşe
görevi görecek halkalar ya da sırımlar kullanılarak birbirine bağlanırdı. Bkz. Demiriş 2002, 8-9.
57
13
Köşeleri yuvarlatılmış konveks kenarlı, dikdörtgen, kare ve yuvarlak şekilli olanların
yanında poligonal olanları da vardır59.
Yazının ilk evresini gerçekleştiren ve bir bölümüyle hala ileri derecede betim
niteliği taşıyan işaretler, kilden levhalar üzerine ucu sivri bir araçla, bir taş kalemi ile
kazınırdı. Kural oluşturamayacak birkaç durumda ise, taş kalemini kilin üzerinde
eğik tutarak işaretin içine düz çizgiler çekilirdi. Daha sonra baskıları “stylus” denilen
üç köşe uçlu bir taş kalemiyle yapmak, en yaygın yazı tekniği olmuştur60. Ana yazı
malzemesi olan kil tablet yanında daha az olmakla birlikte taş da kullanılmıştır. M.Ö.
5500-5000 yıllarına tarihlenen ve “mavi anıtlar” denilen yeşilimsi taş parçaları
üzerinde piktografik yazılara rastlanmıştır. Yazı yazılan taşlar arasında bazalt, kalker,
diorit, gre, steatit, pembe breş, şist, alçıtaşı (jips), kaymak taşı da bulunmaktadır61.
3.5.2. Mısır
Mısır tarihinin erken dönemlerinden itibaren, papyrus üzerine yazılmış çeşitli
konulardaki eserlere rastlanmaktadır. Kil tablet ise, papyrus ve taş yanında pek az
sayıda kullanılmıştır. Papyrus bitkisinden yapılan bitkisel kağıt, kendi vatanı olan
Mısır’da çok eski dönemlerde kullanılıyordu. En eski ancak yazılmamış papyrus, I.
Sülalenin resmi görevlisi Hemaka’nın mezarında bulunmuştur62. Papyrus’un
hazırlanışı sırasında bitkinin özü bir alet yardımıyla sapın uzunluğu boyunca çıkarılır,
gövde tabakalara (philyree, schidae, inae) ayrılırdı. Saplar kesilir ve kabuğu
soyulurdu. Kabuğun hemen altındakiler, çevredekilere oranla daha ince ve esnek
olduğundan, en iyi kalitede olanlar sapın merkeze en yakın olan kısmından sağlanırdı.
Elde edilen şeritler birinde bitkinin lifleri düşey gelecek şekilde diğerinde de yatay
gelecek şekilde, doksan derece açıyla iki tabaka halinde üst üste konur, tabakalar Nil
suyu kullanılarak ve çekiçle dövülerek birleştirilirdi63.
Eski Mısır’da Mezopotamya’da olduğu gibi seçilen yazı taşıyıcısına uygun
olarak bazı yazı araç ve gereçleri kullanılıyordu. Kalem ve mürekkepler bunların
başında gelmektedir. Tasvirlerden anlaşıldığı kadarıyla bunların kamıştan yapılan
“calamus” ve “stylus”lar, taşçı kalemleri, kırmızı ve siyah mürekkepler olduğu
anlaşılmaktadır. Mürekkebin karıştırılması için deniz hayvanlarının kabukları
kullanılmıştır. Yazıların silinmesinde ise, püskül ve süngere rastlanmaktadır.
Papyrusun bitki kökenli organik yapısı nedeniyle kırılgan bir malzeme oluşu
dolayısıyla zarar görmemesi için limon ve Sedir Ağacı yağı ile yağlandığı
59
Yıldız 2000, 4-5, 9. Dünyada bilinen en eski yazılı belgeler, Irak’ın güneyindeki eski Sümer kenti
Uruk’ta bulunan ve M.Ö. 3300’lere tarihlenen kil tabletlerdir. Sümer aşk ve savaş tanrıçası İnanna’ya
adanmış tapınaklar kompleksi olan Eanna külliyesinde bulunmuştur. Bkz. Pulhan 2003, 46.
60
Nissen 2004, 106.
61
Yıldız 2000, 15-18.
62
Yıldız 2000, 28.
63
Demiriş 2002, 11-12.
14
bilinmektedir64.
3.5.3. Anadolu
Anadolu’da M.Ö. III. bin yılında bazı eserler arasında yer alan simgeler, II.
bin yılında Kültepe ve Konya Karahöyük kapılarında görüldüğü gibi gelişerek
Anadolu’ya özgü hiyeroglif yazısını oluşturmuştur. Hititler döneminde mühürler
üzerinde devam eden bu yazı halkın görebileceği yerlere, askeri yollar üzerindeki taş
ve kayalara yazılmıştır. Anadolu’ya gerçek anlamda yazı, Asurlu tüccarlar ile
Mezopotamya’dan gelmiştir. Bu yazı gelişimini tamamlamış bir çivi yazısı olup kil
tablet ile birlikte kullanılmıştır65. Çivi yazısı terimiyle “kama biçimli-simgelerden
oluşan yazı” ifade edilmektedir. Yumuşak kile ucu yontulmuş bir kamışla hafifçe
bastırarak, kama görünüşlü izlerin oluşturduğu simgeler levhaya yazılır, sonra bu kil
levha fırınlanarak sağlamlaştırılırdı66. Keramik, balmumu kaplı levhalar, deri, altın,
gümüş, bronz ve diğer metallerin üzerine yazılmış levhalar yazı malzemesi olarak
kullanılmıştır67.
3.6. Mayalama ve Dericilik
Eskiçağ Önasya uygarlıklarında, mayalama yönteminin bilindiği ve bu
yöntemle peynir, yoğurt, şarap yapıldığı görülmektedir. Muhafazası zor olan sütün
dayanıklılık süresini arttırmak ve naklini kolaylaştırmak için insanoğlu sütü eskiden
beri çeşitli ürünlere işlemiştir. Peynir insanoğlunun uygarlığa geçişinin ilk
simgelerinden birisi olarak da kabul edilmektedir. Neolitik Dönem’de ilk kez
yapıldığı düşünülen peynirin, ilk defa kim ya da kimler tarafından nerede ve nasıl
yapıldığı konusunda farklı fikirler söz konusudur. Olasılıkla içmedikleri sütü yeni
kesilmiş koyun işkembesinden yapılan tulumda saklayan insanlar, süt yerine kesik
sütle karşılaşmışlar ve bu şekilde de peynir bulunmuştur. Mezopotamya’da M.Ö.
3500-3100 yıllarına tarihlenen bir taş kabartmadaki figürler, Sümerlerin süt
teknolojisini iyi bildiklerini göstermektedir. Sümer ve Akadlarda iki yüze yakın
peynir çeşidi bilindiği tahmin edilmektedir. Babil uygarlığında da sütçülüğün iyi
durumda olduğu ve peynirin soyluların yiyeceği olarak tüketildiği bilinmektedir
(Res.4). Hititler de inek sütünden peynir yapmışlardır. Bununla birlikte, İsviçre’nin
Neuchatel Gölü kıyılarında yapılan kazılarda M.Ö. 5000’lere ait kesik süt süzme
kapılarının bulunması, peynir yapımının tarihini çok daha eskilere götürmektedir68.
Yoğurt, memeli hayvanların evcilleştirilmesi ile başlayan süreçte, sütün
muhtemelen doğal koşullarda fermantasyon bakteri ile buluşması sonucunda
64
Yıldız 2000, 28, 34-36, 158. Calamus ile payrus ve parşömen üzerine, stylus ile daha çok balmumu
üzerine yazılırdı. Bkz. Yıldız 2000, 189-192.
65
Yıldız 2000, 39-41.
66
Umar 1999, 37-38.
67
Yıldız 2000, 42-46.
68
Kamber 2006, 40-41.
15
oluşmuştur. Sütü fermantasyona uğratan Laktik Asit bakterileri sütü pıhtılaştırarak
yoğurda dönüştürürler. Süte doğal çevreden mikroorganizmaların bulaşması ile sıcak
iklim koşullarında doğal olarak yoğurdun oluşmuş olma olasılığı yüksektir69.
Dericilik de bilinen ve yaygın olarak kullanılan bir alandı. Hayvan derilerinde
idrar, hayvan dışkısı, şap, meşe palamudu, akasya tohumu, demir sülfat kullanılarak
tabakalama işlemi gerçekleştirilirdi. Tabakalanan deriler bitkisel ve hayvansal
boyalarla boyanırdı. Mezopotamya’da M.Ö. 3. binden itibaren derinin işlendiği
bilinmektedir. Sümer, Akad, Babil, Asur dönemlerinde yaygınlaşan ve gelişen
dericilik faaliyetleri, kırmızı keçi derisi ile Babil’i üne kavuşturacak düzeye
gelmiştir70.
Mısır’da hayvan derilerini tabakalamaya hazır hale getirmek için, temizlemek
amacıyla tuz, un, tahıl, bitki sapları, ince dallar, yapraklar, tohum ve meyvelerden
yararlanarak çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Şap ile tuz yarı yarıya kullanılarak
beyaz renkli ve sağlam deri elde ediliyordu. Keçi ve koyun derileri için akasya
tohumları ve yaprakları kaynatılmış suya karıştırılarak bu çözeltiye deriler
konulmuştur. Kullanılan bir diğer bitkisel madde, “deri elması” denilen nardır. Narın
kabuğundan faydalanılmıştır. Bir başka yöntem olarak deriler yağ kabına batırılır ve
yumuşatılır, tezgah üzerine gerilerek yağı emmesi sağlanır, bu amaçla sopa ile
dövülürdü. Esneklik kazanan deri, suyu geçirmez hale gelmiş oluyordu (Res.5-6)71.
Mezopotamya’da çeşitli eşyaların yapımında kullanılan deri, sığır, keçi,
koyun başta olmak üzere eşek, su yılanı, yabani dağ keçisi, geyik, kedi, tavşan,
kaplan gibi hayvanlardan sağlanıyordu. Bu derilerin farklı işleniş biçimleri
metinlerde ayırt edilmişti. Kalın, şişirilmiş, suya batırılmış, doymuş, yarılmış gibi
ayrı ayrı teknik terimlere rastlanmaktadır. Ayrıca deriler marka ile damgalanmış, iyi,
kötü, eski, yeni, yıpranmış gibi nitelikleri belirtilmiştir. Deriler henüz soyulmuş taze
deri iken, önce üzerlerindeki pislikleri temizlemek amacıyla tuzlu suda tutuluyor
daha sonra gölgede kurutuluyordu. Temizlenen deri, belli maddelerin bulunduğu bir
çözeltide ıslatılıyordu. Tüyleri çıkartılıyor ve deri şişiyordu. Sopalar ile dövülen deri,
ağaç tezgahlara gerilerek kurutuluyordu. Postlar ise un, üzüm suyu, şarap, bira, süt ve
tuz ile işlem görüyordu. Derilere belli bir esneklik vermek, sağlamlık kazandırmak ve
çürümeleri önlemek için, onları yağlarla işlemek gerekli olmuştur. Bu amaçla
tereyağı, balık yağı, kemik iliği, beyin, süt, yumurta sarısı gibi maddeler deriye
yedirilmiştir. Dericiler kendi aralarında meslek birlikleri kurarak, belli mahallelerde
yaşamışlardır. Derilerin kötü kokuları nedeniyle şehrin dışında olan bu mahallelerde
yaşayan dericiler arasında uzmanlık dalları vardır. Bir erken dönem Babil metnine
göre sadece derileri soymakla görevli olan kişiler “susikku”, derileri boyayanlar
69
Özden 2008, 128-129.
Yıldız 1993, 1.
71
Yıldız 1993, 20-21.
70
16
“Şamua” ve “kordoba” olarak adlandırılmışlardır72.
Hititlerde dericilik ve endüstrisi gelişmiş, tapınak ve saraylarda özel atölyeler
kurulmuştur. Buralarda çalışan ustalar, dinsel açıdan temizlenmiş derileri özenle
işleyerek çeşitli eşyalar yapıyorlardı. Deri ve postların ekonomik değeri biliniyor;
koyun, keçi ve kuzu postları kült sembolü olarak kullanılıyordu. Bu keç
1. TIP
1.1. Mezopotamya
Mezopotamya tıbbı ile ilgili en önemli kaynakları kil tabletler üzerine
yazılmış çivi yazılı metinler oluşturmaktadır. Sayıları çok fazla olmamakla birlikte
Mezopotamya tıbbına ilişkin bilgiler, Sümer tıp
bilgilerini kullanan Akad
metinlerinde ele geçmiştir. Ele geçen iki tabletten ilkinde tek bir ilâç, diğerinde ise on
beş ilâç tarifi yer almaktadır. M.Ö. 3. bin yılın son çeyreğine tarihlenen bu ikinci
tablette, ilâçlar uygulanış biçimlerine göre üç gruba ayrılmıştır (Res.1). Sekiz ilâç
tarifini kapsayan ilk grupta, lapalar yer alır. Maddeler toz haline getirilmekte, sonra
bir sıvı ile lapa yapılmakta ve yara olan yer yağ ile sıvandıktan sonra lapa ile
sarılmaktadır. İkinci grup tarifler, dahilen kullanılan ilâçları içermektedir. Üçüncü
grup tarifler ise, anlaşılamamış ve uygulamaların belirsiz olduğu gruptur2.
Metinlerden anlaşıldığı kadarıyla dönemin tıpçıları, tedavilerde hem
hayvansal hem bitkisel kaynakları hem de mineral kaynaklarını birlikte
kullanmışlardır. Yün, süt, kaplumbağa kabuğu, su yılanı gibi hayvansal ürünler;
kekik, erik, armut, incir, söğüt, hurma, nane, çam, mersin ağacı gibi bitkisel ürünler;
sofra tuzu (sodyum klorür), potasyum nitrat, nehir zifti gibi mineraller bu kaynaklar
arasındadır3. Cerrahi uygulamalarda anestezi amacıyla şarap, günlük (kanaktu),
mürrüsafi (murru), söğüt yaprağı ve kabuğu (şarbatu) kullanıldığı bilinmektedir.
Ayrıca, hem dış hem iç tedavilerde banotu (šakiru); genelde tohum, çiçekler ya da
yapraklarının özünün içilmesiyle acıyı dindiren kendir (azallū); haşhaş özü (irrū,
ararū) ağrı kesici olarak sıklıkla kullanılmıştır4. Her hastalığın kendine benzer bir
madde ile tedavi edilmesi usulünü de geliştirmişlerdir5.
Mezopotamya’da iki tip profesyonel tıp uygulayıcısı vardı. Bunlardan ilki
görevi hastalığı teşhis etmek olan gruptu ve “ashipu” olarak adlandırılmışlardı. Aynı
zamanda hastalığın hastanın hatasından olup olmadığını belirliyorlardı. Diğer bir
1
Berna Şirvan, İzmir.
Arıhan 2003, 8-9. Mezopotamya tıbbı hakkında bilgiler içeren kil tabletlerin büyük bir kısmı
Asurbanipal Kütüphanesi’nden elde edilmiştir. Bilinen en kapsamlı tıbbi tedavi eseri 40 tabletten
oluşan “Tıbbi Teşhis ve Tedavi” olarak bilinmektedir. Tüm hastalıklar için hazırlanan eser bölümler
halindedir. Bkz. Arıhan 2003, 11.
3
Arıhan 2003, 10.
4
Adamson 2008, 101-102.
5
Mandacı 2013, 111.
2
1
grup “asu” adı verilen şifâcılar, bitkisel ilâçlar uzmanıydı. Üç temel uygulama
yöntemi vardı. Bunlar yıkama, bandajlama ve yarayı kapatma idi. Bununla birlikte,
tedavilerde tıbbi uygulamaların yanı sıra kehanete de başvuruluyordu. Hastalıklar
genellikle var olan bir ruhla ilişkilendirilirdi6. Doktorlar kendi içlerinde asistan
doktor (Asūşaher), Şef doktor (Rab asū) ve Büyük doktor (Rab amēl asū) olarak
derecelere sahiptiler7.
Tıbbı konu alan metinlerin varlığına rağmen hekimlik, daha çok deneyime
dayanmış görünmektedir. Mısır ile karşılaştırıldığında, Mezopotamya’da yalnızca
küçük veya orta cerrahi operasyonlar uygulanmıştır. Uzman cerrah sayısının az
olduğu anlaşılmaktadır8. Hammurabi kanunnamesinde doktorun hastayı tedavi
ederken bıçak kullandığı bazı cerrahi operasyonlardan söz edilmektedir. Ancak
ameliyatlar seyrektir. Trepanasyon (Kafatası dergi ameliyatları) örneklerine ise
rastlanmamıştır9. Antik dönem Mezopotamya’sında doktorlar “edubba” adı verilen
Sümer okulunda “ummia” adı verilen uzmanlardan ders alan eğitimli kişilerdir.
Kelime anlamı su bilicisi olan “A.ZU” (Akadca asû) adı verilen doktorlardan bilinen
ilki Lulu adında M.Ö. 2700’lerde yaşadığı düşünülen bir kişidir10.
Hekimlerin kullandığı çeşitli âletlerin birçoğu evde kullanılanlarla büyük
benzerlik göstermekteydi. Bunlar arasında saz ya da kamışlardan yapılmış olup farklı
boyutları olan ve reçete hazırlanırken kullanıldığı düşünülen kalbur türleri (nappū,
nappītu, mahhaltu), taştan ya da ağaçtan yapılan ve hububatlar ile tohumları ezmek
için kullanılan havan ve tokmaklar (abuttu, bukannu, mazuktu), merhem için
kullanılan taş kap Nahba/usu yer almaktadır. Cerrahi âletler olarak metal ya da
tahtadan yapılan kaşık ya da spatulalar (itgurtu, itgūru) farklı kullanımlar için değişik
boyutlardaydı. Pipet olarak kullanılan içi oyuk kamış (uppu), çoğunlukla bronz ya da
bakırdan yapılıyordu. Bu kamış türlerinden biri olan “takkussu” göz damlaları için
kullanılıyordu. Makaslar (si/erpu) ve bıçaklarda obsidyen ve çakmaktaşı tercih
ediliyordu. Bunlardan “karzillu” bronz ya da bakırdan yapılan, cerrahi kesikler için
kullanılan küçük bir bıçaktı. Keskin olmayan ve farklı madenlerden yapılmış olup
uca doğru genişleyen “kakku” doğumlarda kullanılıyordu. Ağaç, bronz, bakır ve
hayvan boynuzlarından yapılan “Šukurru, katātu, dalū ve gub/pru” tedavilerde
kullanılan iğnelerdi. Kolun kırılması gibi durumlarda tıbbi bir askı olarak “Šuhattu”
kullanılıyordu11.
6
Arıhan 2003, 12-13.
Ay 2012, 44.
8
Arıhan 2003, 14.
9
Adamson 2008, 94. Hammurabi Kanunlarının 215. maddesi hekimlerin gerçekleştirdiği cerrahi
operasyonlar, kullanılan aletler ve aldıkları ücretler; 218. madde ise başarılı olmayan operasyonlarda
hekimlere verilen cezalar hakkında bilgiler vermektedir. Bkz. Uncu 2013, 109-110.
10
Arıhan 2003, 14.
11
Adamson 2008, 95-99. Antik Dönem’de demir, çelik, bronz, kemik, altın, gümüş, bakır vb.
malzemeler cerrahi alet yapımında kullanılmıştır. Günümüze ulaşan bu döneme ait cerrahi aletler
7
2
Hekimler göz hastalıklarını yakından incelenmişler ve bu hastalıkları
iyileştirmek için göz banyoları, merhemler ve çeşitli yağlar kullanmışlardır. Bir takım
otları kaynatarak yağ içerisinde merhem yaptıkları ya da bakır madenini arpa suyuna
karıştırarak bununla hasta gözü yıkadıkları bilinmektedir. Tabletlerde ayrıca, boğaz,
kulak, kalp, akciğer, karaciğer, mide, bağırsak, cilt rahatsızlıkları hakkında ayrıntılı
bilgiler verilmiş ve tedavi yolları açıklanmıştır12.
Asur ve Babil uygarlıklarında tıp, Tanrılara karşı sorumlu olan rahiplerin
idaresindeydi. Ancak cerrahlar rahip olmadıkları için, hastalıklara uyguladıkları
tedaviden devlete karşı sorumlu idiler. Hammurabi kanunlarında ehliyetsizlik ya da
ihmalden kaynaklanan ücretlerin ve cezaların miktarları belirtilmiştir. Hekimlere
verilen cezaların tarifesi olduğu gibi ücretlerinin de tarifesi vardır. Doktorların farklı
şikayetler için birbirinden farklı reçeteler kullandıkları bilinmektedir. Zeytin, defne,
çirişotu, nilüfer ve mersin gibi bitkilerin meyveleri, çiçekleri, yaprakları, kökleri;
evcil ve vahşi hayvanların çeşitli organları; demir, bakır, şap, öğütülmüş taş ve tuz
gibi pek çok mineral bu reçetelerde yer alırdı. Hayvan dışkısından da çokça
faydalanılırdı. Olasılıkla hastayı rahatsız eden kötü ruhları kaçırmak için kullanıldığı
düşünülmektedir. Fakat ilâçların büyük bir kısmı bitkisel kaynaklıdır. Kullanılan
bitkilerin tohumları, kökleri, kabukları dalları ya bütün halinde ya da toz olarak
saklanmıştır13.
Tedavilerde kullanılan yöntemlerden biri olarak kehanette en çok tercih edilen
yol, hayvan karaciğerinin yorumlanmasıydı (Res.2). Kanın tüm yaşamsal
fonksiyonların kaynağı, karaciğerin kanın toplandığı merkez ve dolayısıyla da
yaşamın merkezi olduğuna inanılmıştır14.
Mezopotamya’da hekimler, insan anatomisi hakkında oldukça sınırlı bilgilere
sahiptirler. Anatomi bilgisi, kurban edilen hayvanlarla sınırlı olup, insanın
incelenmesi ve otopsiye rastlanmamıştır. Tıbbi metinlerden anlaşıldığı kadarıyla
cerrahi branşa sahip uzmanlar yoktur. Cerrahi müdahaleler, Mısır’a göre daha basit
düzeyde kalmıştır15.
1.2. Mısır
Mısır tıbbı hakkında bilgi veren birçok papirüs bulunmuştur. Bunlardan en
çok bilinenleri, M.Ö. 1553-1550 yıllarına tarihlenen ve Georg Ebers tarafından 1873
yılında Kahire’de bulunan papirüsler ile Edwin Smith tarafından bulunanlardır. Ebers
papirüsünde 877 tarif ve ilâç hazırlanışı mevcuttur. Tedavilerde haşhaş, keten,
kimyon, sinameki, kekik, kına, ardıç, keten tohumu, incir, nar kabuğu, pelinotu,
genellikle bronzdan imal edilenlerdir. Bunun nedeni, çoğunlukla bronzun tercih ediliyor olması değil
diğer malzemelere oranla zamana karşı daha dayanıklı olmasıdır. Bkz. Kurt 2006, 31.
12
Mandacı 2013, 110.
13
Arıhan 2003, 16-19.
14
Arıhan 2003, 21.
15
Adamson 2008, 103.
3
soğan gibi birçok bitkinin adı geçmektedir. Daha eski tarihlere ait olduğu düşünülen
Smith papirüsünde ise, yaraların, kırık ve çıkıkların tedavisi için çeşitli reçeteler yer
alır. Elde edilen bilgilere göre Mısırlılar, kırıklar için bandaja sarılı Huş Ağacı
tahtaları kullanmışlardır. Şifa verici dualar ve sözler de tedavinin parçasıdır.
Papirüsün bir yerinde, hekimin beyine kadar işleyen bir yaralanmayla ilgili gözlemi
yer alır. Beyin zarı, omurilik sıvısı, beyin kıvrımları tanıtılmıştır16.
Herodotos, Mısır’da organların tedavisiyle ilgilenen doktorların farklı
olduğundan bahsetmiş ve branşların varlığına değişmiştir. Bununla birlikte, doktorlar
arasında uzmanlaşma da vardır. Uzmanlıklar kendi içinde pratisyenlikten şef
doktorlara kadar çeşitlilik gösterir. En yüksek derece kralın doktoru olmaktır.
Diodorus Siculus, savaş zamanlarında ve Mısır toprakları içindeki seyahatlerde
hastalara ücretsiz tedavi yapıldığını anlatır. Doktorlar devletten para almaktadırlar17.
Eski Mısır hekimleri mabetlerde yetişirlerdi ve din adamı niteliği taşırlardı. Diş ve
göz doktorundan gastronomiye kadar birçok alanda uzman doktor bulunuyordu18.
Doktor anlamında kullanılan kelime “sinu” idi. Bir de bunların dışında “sekhmer
rahipleri” adı ile anılan bir din adamı grubu bulunuyordu ve onlar da tedavi işi ile
ilgileniyorlardı19.
Metinlerden elde edilen bilgilere göre, farklı birçok tedavi yöntemi vardır.
Haplar, lapalar, masajlar, göz damlaları, gargaralar, buhar teneffüsleri bunlardan
bazılarıdır. İlâç listeleri (farmakope) bitkisel ve hayvansal ürünleri, mineralleri içeren
kapsamlı bir içeriğe sahiptir. İlâçların et, süt, kan, yağ, hayvan dışkısı, çamur, yaprak
ve köklerini içerebildiği bilinmektedir. Kırık ve çıkık tedavilerinde un, bal ve
kaymak karışımından oluşan bir madde kullanmışlardır. Sarımsak önemli bir şifâ
kaynağı kabul edilmiştir. Sirke ve su içinde ezilerek gargara yapılmış, bazı yaralara
ve diş tedavilerine uygulanmıştır. Kimyon tozu, buğday ve suyla karıştırılarak
ağrıyan eklemlerde, bal ve sütle karıştırılarak da öksürüğü kesmede kullanılıyordu.
Kişniş de (coriandrum sativum) ferahlatıcı, gaz giderici, hazım faaliyetlerini
destekleyici özellikleri dolayısıyla tercih edilmiştir20. Bitkinin seçimi tedaviye ihtiyaç
duyan organla olan biçim benzerliğine göre yapılmıştır. Tek bir maddeden hazırlanan
ilâçlar olduğu gibi birkaç maddenin karışımıyla hazırlanan ilâçların da olduğu
bilinmektedir21.
Tüberküloz, suçiçeği ve kızamık yaygın olarak karşılaşılan hastalıklardır.
Tetanoz, zatürre, yüksek tansiyon ve parazit hastalıkları da vardır. Diş
rahatsızlıklarında reçine ve malahitten oluşan karışımlar dolgu yapımında
16
Arıhan 2003, 25-26.
Arıhan 2003, 25.
18
Ceran 2008, 32.
19
Ay 2012, 42.
20
Arıhan 2003, 27-28.
21
Ceran 2008, 38-39.
17
4
kullanılmıştır. Altın dolgulara da rastlanmakta olup, altın ve gümüşten tellerle
yapılan köprüler de bilinmektedir22.
1.3. Hitit
Hitit tıbbı ile ilgili bilgiler, başkent Hattuşaş’taki arşivlerde yer alan
tabletlerden öğrenilmiştir. Hastalıklar Tanrıların cezalandırması olarak görülmüş ve
dua ile ilâçlar beraber kullanılmıştır. Çare bulmak amacıyla, Mezopotamya ve
Mısır’da olduğu gibi kehanet önem kazanmıştır23. Bazı araştırmacılar, Hitit tıbbının
deneysel niteliği ağır basan Mısır tıbbından çok, dinsel pratikleri ve inancı ağır basan
Mezopotamya tıbbına benzediğini ileri sürmüşlerdir24. Aynı Mezopotamya’da olduğu
gibi Hititlerde de hekimler arasında hiyerarşi mevcuttur25.
Hititlerde kirlilik hâli, hastalık sebebi olarak görülmüş ve bu nedenle
temizliğe büyük önem verilmiştir. Temizlenmek için çeşitli maddeler kullanmışlardır.
Bunlardan bazıları sabun otu olarak da adlandırılan “tuhhueššar” dır. Tam olarak ne
olduğu ifade edilmeyen tuhhueššar’ın reçine ya da sakız losyonu olabileceği üzerinde
durulmuştur. “Hašuuai” adı verilen alkalik bir bitki, ateş ve su da temizlik için
kullanılmıştır26.
Tedavilerde kullanılan bitkiler arasında badem, haşhaş, meyan kökü, sarımsak,
sedir, söğüt, susam, abanoz ağacı sayılabilir. Reçetelerden görüldüğü kadarıyla,
kullanılış miktarları kesin olarak verilmemiş, hekimlerin bunları ezbere uyguladıkları
düşünülmüştür27.
2. TAKVİM VE TARİHLENDİRME
2.1. Mezopotamya
Mezopotamya takviminde gün, ay ve yıl şeklinde üç temel birim vardır. Bir
ay yaklaşık olarak 29 veya 30 gün olarak kabul edilmiştir ve 12 aylık bir ay yılı 354
gündür. İlkbaharda nehir sularının ısısı ve tarlalardaki meyvelerin olgunlaşması gibi
tabiat olaylarının Güneş’in konumuna bağlı olması ve düzenli bir takvim olmadığı
için de mevsim koşullarına bağlı bu olayların takvim yılı içindeki yerleri, birkaç yıl
geçtikten sonra değişikliğe uğruyordu. Bu durum yıla bir artık ay eklenmesini
zorunlu kılmıştır. Ay yılını esas alan Mezopotamya takviminin Güneş yılı ile
ayarlanmasına ihtiyaç duyulduktan sonra yıl 13 aya çıkarılmış ve 354 günlük Ay yılı
365 gün 6 saatlik Güneş yılı arasındaki farkı kapatma yoluna gidilmiştir. Yıla on
üçüncü bir ay ilavesi yöntemi oldukça eskidir. III. Ur Sülalesi Dönemi’nde artık ay
22
Arıhan 2003, 32.
Arıhan 2003,
24
Ceran 2008, 48.
25
Ay 2012, 45.
26
Ceran 2008, 49-50.
27
Ceran 2008, 53.
23
5
eklenmesi usulünün 8 yıllık bir devreye bağlandığı görülmektedir. Artık ayların
kralların emri üzerine eklendiği ve artık ayların eklendiği yılların arka arkaya
gelişinde hiçbir düzenin olmadığı anlaşılmaktadır. Mezopotamya’da genel olarak
yılın ilkbahar gündönümünden hemen sonraki ilk hilal ile başlatılması usulü kabul
edilmiştir. Ancak yılın başlangıcı, dönemlere göre farklılıklar göstermiştir. Bazı
dönemlerde yılın başlangıcının sonbahara geldiği anlaşılmaktadır28.
Güneş saatleri sadece gündüz saatlerini belirlemede kullanıldığından 12 saat
ile sınırlı kalmış, geceleri zamanı belirlemek için su saati kullanılmıştır. Bu saatlerin
kullanımından önce, zamanı belirlemek için gölgelerin hareketleri gözlemlenmiş ve
yere dik olarak tutturulan bir dal veya çubuğun gölgesi dikkate alınmıştır. Bu
yöntemin ilk olarak Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir29.
Doğa ve gök olayları, tanrıların insanlarla iletişim kurma araçları olarak
görülmüş ve doğada olan tüm olaylar gözlemlenmiştir. Gök cisimlerinin
hareketlerinin gözlemlenerek yorumlanmasını getiren astronomi ve astroloji tabletleri
bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlar aynı zamanda ay ve gün (takvim) bilgisine sahip
olmayı da beraberinde getirmiştir. Mezopotamyalı kahinler için gezegenlerin
hareketleri önemli olmuştur. Bir gezegenin diğer bir gezegene yaklaşmasını veya
ondan uzaklaşmasını gözlemlemiş ve bundan çeşitli anlamlar çıkarmışlardır.
Astronominin başlıca konusu ise Güneş ve Ay tutulmalarıdır. Ay tutulmalarının
dolunay, Güneş tutulmalarının yeniay dönemine rastlandığını tespit etmişlerdir. Ay
tutulmalarını önceden hesap edebilmişler; astrolojik raporları yazarken fırtına, şimşek
ve yıldırım gibi hava olaylarından yararlanmışlardır. Mezopotamya’da Ay
tutulmaları ile ilgili çok sayıda tablet ele geçmiştir. I. İsin Sülalesi Dönemi
krallarından İşme-Dagan dönemine tarihlenen Sümerce tabletler, bu tür tabletlerin en
erken örnekleridir. Bu tabletlerde, Ay tutulmaları ile ilgili gözlemlerden elde edilen
kehanetler yer alır. Burada geçen ifadeler, Mezopotamya takvimine göre yılın
başlangıcının Nisan ayına rastlandığını göstermektedir30.
2.2. Mısır
Bu alanda çalışmalar yapılmasında, Eski Mısırlıların toprağa yerleşerek
ziraatla uğraşmaya başlamaları etkili olmuştur. Hesap yapmak durumunda kalmışlar
ve “Nil Yılı” dedikleri zaman kesitini bulmuşlardır. Bu yıl zaman bakımından sabit
yıldız Sirus’un yıllık hareketlerine paralellik göstermektedir. Mısırlılar seneyi Nil’in
hareketlerine bağlı olarak dörder aylık üç mevsime bölmüşlerdi. İlki Nil Nehri’nin
taşması (Haziran-Ekim), ikincisi tohum atma (Ekim-Şubat), üçüncüsü ise hasat
(Şubat-Haziran) dönemiydi. Bir ay 38 gün olarak kabul edilmişti. Resmi senenin ilk
günü olarak Sirus yıldızının güneşle aynı anda doğduğunun görüldüğü gün
28
Erginöz 2007-2008, 200-201.
Kaplan 2009, 88.
30
Erginöz 2007-2008, 201, 203. Asurluların “Hamuştym” olarak adlandırdıkları haftayı beş gün kabul
ettikleri bilinmektedir. Bkz. Çağatay 1978, 108.
29
6
seçilmiştir. Bu dönem genellikle Nil’in en kabarık olduğu zamanlardır. M.Ö. 4241
yılından itibaren uygulamaya konduğu bilinen bu takvime göre sene 365 gün olarak
belirlenmiştir. Bunun nedeni, Sirus yıldızının Güneşe nazaran dört senede bir günlük
bir gecikme ile doğması ve dolayısıyla da senenin normal müddetinden 6 saat eksik
hesaplanması olmuştur31.
2.3. Hitit
Hititler, pek çok alanda olduğu gibi astronomi sahasında da
Mezopotamya’dan etkilenmişlerdir. Mezopotamya’da evrenin işleyişini tanrıların
düzenlediğine inanmışlardır. Doğa da tanrıların insanlara istediklerini belirttikleri bir
araçtır. Bu sebeple doğa, başlı başına bir kehanet malzemesidir. Mezopotamya’daki
bu anlayış, Hititler için de geçerli olmuştur. Bunun sonucunda bütün maddi dünya
kehanetle ilgili bilgi veren nesneler dünyasına dönüşmüştür. Fakat Hitit düşüncesinde
kehanet, Mezopotamya kehanet anlayışından farklı olarak genelleştirici olmamıştır.
Hurriler aracılığıyla Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçen kehanet kültürü, Hititlerin
zihniyetine uyduğu oranda kabul görmüştür. Bunlar içinde yaygın olarak kabul
göreni astrolojik kehanetlerdir32.
Hitit saray arşivindeki belgeler arasında, başlı başına astronomiye ait bir belge
bulunmamakla birlikte, kehanet amaçlı kullanılan, gökyüzü rasatlarını içeren ve
büyük kısmı Ay, Güneş ve yıldızlarla ilgili olan Mezopotamya kökenli belgeler ele
geçmiştir. Güneş’in doğuşu ve Güneş tutulması ile ilgili gözlem ve yorumları içeren
bu Akadca belgelerin bir kısmı Hititçe’ye çevrilmiştir. Elde edilen bilgilerden,
Hititlerin Güneş gözlemleri yaptıkları ve Güneş’in günlük hareketini gözlemledikleri
anlaşılmaktadır33.
Hitit takvim sistemi hakkında yeterli bilgiye ulaşılamasa da, genel olarak
Mezopotamya’da olduğu gibi sene Ay’a bağlı olarak tespit edilmiş, Ay takvimi
kullanılmıştır. Her bir ay 28 ya da 29 gün olarak kabul edilmiştir. Ay takviminin
kullanıldığını kanunlardan görmek mümkündür. Hem dünyanın uydusu olan ay hem
de yılın on iki ayından her biri için “Arma” terimi kullanılmıştır. Bu, aynı zamanda
Hitit Ay Tanrısının da adıdır. Hitit takvimi, mevsimlik tarım faaliyetlerinin
başlamasına ve bitmesine dayalı olan bir tür tarım takvimidir. Yıl bahar mevsiminde
“Hamešha” (Mart-Haziran) başlamaktadır. Hamešha’yı “Ebur” (hasat zamanı, yaz),
“Zena” (hasat mevsimi, sonbahar) ve “Gim, Gimmant” (Kasım-Mart, kış mevsimi)
31
Saraç 1943, 109. Astronomi gözlemlerinin kaydedildiği cetvellerden Mısırlıların, çıplak gözle
görülemeyecek yıldızları tanıdıkları, sabit yıldızlarla gezegenleri ayırt edebildikleri anlaşılmaktadır.
Bkz. Saraç 1943, 109.
32
Erginöz 2007-2008, 200-201, 204. Hitit takvimine göre, yılın başlangıcı olarak kabul edilen
ilkbaharın gelişiyle birlikte doğanın tekrar canlanmasının kutlanması ile ilgili mitoslar vardır.
Bunlardan biri olan İlluyanka efsanesinde fırtına tanrısı ile canavar yılan İlluyanka arasındaki savaş
anlatılmaktadır. Bkz. Erginöz 2007-2008, 206.
33
Erginöz 2007-2008, 204.
7
takip etmektedir34.
3. KİMYA
3.1. Dokuma ve Doğal Boyama
Antik çağda giysiler, başlangıçta iklim koşullarına uygun olarak vücuda
sarılan basit, tek ya da iki parçalı modellerden oluşmuştur. Giysiler zamanla uzun ve
dökümlü tuniklere dönüşmüş ve bitkisel boyalarla renklendirilmişlerdir. Tekstilde
boya olarak sarı için muhabbet çiçeği, boyacı sumağı ve katırtırnağı; kırmızı için
hayvansal ürün olarak lak böceği, kermes böceği, ekin koşinili, bitkisel olarak kök
boya; yeşil renk sarı ve mavi renk veren bitkilerin birlikte kullanılması ile elde
edilmiştir. Antik Mısır’da süslenme temel bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Yeni
Krallık Dönemi’nde değerli taşlarla süslenmiş kemerler, giysilerdeki renk kaynağını
oluşturmuştur. Kuyumlarla süslenmiş geniş yakalar göğsün büyük bir kısmını
kaplamış, bunun yanı sıra küpeler, soketler, bilezikler, kolyeler takmışlardır35.
Mısır’da toplumsal konumların simgesel bir göstergesi olarak, soyluların kraliyet
keteni olarak bilinen beyaz, ince ve yarı saydam dokumadan yapılmış kumaşlardan
oluşan giysileri, kral ve devlet adamlarının ise sert plilerden oluşan ve altın işlemeyle
süslenmiş olan şentileri kullandıkları bilinmektedir36. Thebes’de IV. Tuthmosis
dönemine tarihlenen ceylan derisinden elbiseler ile Eski Mısır rakiplerinin giydiği,
omuzdaki bir ilmikten geçen iplerle uzaltıp kısalabilen leopar derisinden elbiseler
bilinen giyim eşyaları arasındadır37. Hem Mezopotamya hem de Mısır kültüründen
etkilenen Hititlerde de kıyafet ve aksesuarlar, toplumsal statü ve meslek gruplarını
belirtmede önemli unsurlar olarak kabul edilmişlerdir. Süslü veya yalın biçimlenmiş,
deriden ya da madenden yapılmış kemerler, silindirik veya sivri başlıklar elbiseyi
tamamlayıcı unsurlar olarak kadınlar tarafından kullanılmıştır. Erkekler ise, desenli
dokunmuş kısa etekler, V yakalı ince mintanlar, keten veya yüzden kollu kısa
tunikler ve mantolar giymişlerdir38.
Bitkisel boya maddeleri arasında yer alan safranın içerisindeki carthamin,
hem boya hem de sabitleştirici madde olarak kullanılmıştır. M.Ö. 1600’lerden
itibaren narın kabukları şap yardımı ile sarı renk elde etmek için kullanılmıştır.
Ayrıca, kına kırmızı, akasya mavi, ceviz siyah renk için tercih edilmiştir39.
3.2. Değerli Taşlar
Binlerce yıldır kullanılan değerli taşlarla bezenmiş takılar, sosyal statü ve
kimliği temsil etmek, onu takan kişiyi kötülüklerden ve tehlikelerden korumak gibi
34
Erginöz 2007-2008, 209-210.
Evecen 2014, 371-372.
36
Evecen 2014, 382.
37
Yıldız 1993, 14.
38
Üster 2011, 40.
39
Yıldız 1993, 22.
35
8
simgesel, dinsel birçok farklı amaç için tercih edilmişlerdir. İlk takılar fildişi, taş,
deniz kabuklarından; maden işlemeciliğinin başlamasından sonra da madenlerden
yapılmıştır. Çok tanrılı dönemlerde yaratıcının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul
edilen krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri bedenlerinde de göstermek için taş
ve madenlerden yapılmış takılar kullanmaya başlamışlardır40.
Mısır’da, takılarda kullanılan değerli taşların güçleri olduğuna, şans verdiğine
ve ömrü uzattığına inanılmıştır. Tanrıların simgeleri takılarda sıklıkla kullanılan
figürler arasında yer almıştır. Bu dönemde kullanılan değerli taşlar ve takılar, hem
toplum içindeki konumun bir göstergesi olmuş hem de sivil ya da askeri bir nişan ya
da bir koruyucu olarak da kullanılmıştır41.
Takılarda kullanılan renklerin bu dönemde simgesel bir inanç değeri haline
geldiği görülmektedir. Buna örnek olarak mavi renge yüklenen nazardan koruduğu
inancı gösterilebilir42.
Uygarlık tarihi boyunca güç ve kudretin, sonsuz yaşamın simgesi olan zümrüt,
M.Ö. 3500’lü yıllarda Mısırlılar tarafından Kızıldeniz çevresinden çıkartılmış ve
yüzlerce yıl mücevherlerde kullanılmıştır. Bu türden madenler Antik çağda
“Kleopatra madenleri” olarak adlandırılmışlardır. Antik çağlarda kırmızı renkli
taşların kalbi güçlendirdiğine, ishal ve kanamayı önlediğine inanılmıştır43. Fakat
değerli taşların azlığı ve dolayısıyla da pahalı oluşu, taklitlerinin yapılmasına da yol
açmıştır. Bakırçalığı, zencefre, kobalt oksit, demir oksit, bakır oksit, balık pulları,
sedef kırıntıları, gelincik çiçeği suyu ve dut suyu taklit taşların hammaddelerindendir.
Mezopotamya’da taşların kullanımı çok eski dönemlere kadar gitmektedir.
Geç Ubeyd Dönemi’ne ait tepe Grawra’da ele geçen turkuaz, ametist, agat , ceyd,
lapis lazuli gibi taşlar Mezopotamya’da ilk kez lüks tüketim maddeleri için yapılan
ithalatı belgelemektedir. Bu taşların çoğunun Mezopotamya’ya İran’dan ithal edilmiş
oldukları bilinmektedir. En yakın lapis lazuli kaynağı olarak da Afganistan’daki
Badakshan gösterilmektedir. Mezopotamya’da oldukça popüler olan lapis lazuli
gerçek ve yapay olarak adlandırılmış; “ugnü sadi/dağdan gelen lapis lazuli” ve “ugnü
kuri/fırından gelen lapis lazuli” olarak nitelendirilmişlerdir44.
Antik Dönem Anadolu uygarlıklarında takılar, özellikle sözsüz iletişimde
önemli bir paya sahiptir. Takılan takılar bazen de bir mensuba aitliğin simgesi
olmuştur. İşaret parmağına takılan ve mühür olarak kullanılan yüzükler, kralların
veya devlet adamlarının mensup oldukları toplulukların bir sembolüdür. Anadolu
40
Üster 2011, 44.
Evecen 2014, 376.
42
Evecen 2014, 377. Antik Roma’da da, giysilerde renklere önem verilmiştir. Bir tür deniz
kabuklusundan elde edilen ve “tyran moru” denilen renk, Romalı hakimler, papazlar ve imparatorluk
tarafından giyilen giysilerin rengi olmuştur. Bkz. Evecen 2014, 380.
43
Üster 2011, 81.
44
Yağcı 1993, 32-33.
41
9
uygarlıklarında geleneksel gümüş kadın takılarında kullanılan süslemelerde, bitkisel
motifler yoğunluktadır. Bunları sembolik anlamlar taşıyan geometrik motifler, nadir
olarak hayvansal motifler ve yazılar izlemektedir. Geometrik form ya da motifler,
genel olarak evrenin sonsuzluğunu sembolize etmektedir. Üçgen, kare, daire,
eşkenar, baklava veya yıldız motifleri yoğun olarak görülmektedir45.
Yarı değerli taş işlemeciliği, Neolitik Dönem’den başlayarak gelişme
göstermiş ve Eski Tunç Çağı’nda zirveye ulaşmıştır. Asur Ticaret Kolonileri
Çağı’nda taşlar çeşitlenmiş, kompozit eserler de ortaya çıkmıştır. Hitit Çağı ise, bu
tür taş işlemeciliği açısından zayıftır46.
3.3. Madencilik
Madencilik, insanın öğütme, kesme, bileme veya kendini savunma amacıyla
en uygun taşları toplamaya başladığı Paleolitik Dönem’den itibaren uygulanan bir
aktivite olmuştur. Çakmaktaşı ve obsidyen, işlenerek düzgün el aletleri ve çok keskin
silahlar haline getirilmiştir. İnsanın sürekli merakı, onun parlak renkli bakır oksitler
gibi parlak metallerle tanışmasını sağlamış, bu tür malzemeler boncuk gibi süs eşyası
ya da boya olarak kullanılmaya başlanmıştır. Erken dönem madencileri, parlak mavi,
yeşil ve dikkat çekici renkler sunan bakır oksitlerin, bakırın diğer formları olduğunu
anlamış olmalıdırlar. O tarihte bilinen ısıtma tekniklerini bu cevherler üzerinde de
uygulamışlardır47.
Antik dönem madencileri için, cevherden metal eldesi ilahi kabul edilen
kozmik bir dünyaya girişi de simgeleyen işlemdir. Bilim insanları bu işlemlerin,
tanrılara cevherden metali serbest bırakması için yapılan yalvarmaları içeren bir ritüel
olarak kabul edildiğine inanmaktadırlar. İşlemin başarısı, kullanılacak cevher ve
yakıt miktarının hassas bir şekilde hesaplanmasına, gerekli olan ısıyı üretecek fırının
belirlenmesine ve işlem süresinin cevherden en çok metalin alınmasını sağlayacak
şekilde belirlenmesine bağlıdır. Metalin elde edilmesi hem doğal hem de doğa üstü
bir dizi sırdan oluşan ve gizliliğini korunan bir ritüel olmuştur48.
Büyük olasılıkla aynı zamanda ateş tanrısını davet etmeyi de içeren bu
işlemler, Mezopotamya’da Tanrı Gibil’in çağrılması ile yapılmıştır. Ninmug ise
Mezopotamyalı demirciler/metal ustalarının Tanrıçası olarak bilinmektedir ve gerek
metalden silah gerekse günlük kullanıma uygun el aleti, dinsel obje ve süs eşyası
45
Üster 2011, 95, 97. Değerli taşların kullanımı, ilerleyen dönemlerde de devam etmiştir. 1400’lü
yıllarda Avrupa’da rakipleri tarafından öldürülme korkusu yaşayan üst düzey yöneticiler, olası bir
zehirlenmeye karşı yedikleri ve içtikleri şeylere “panzehir taşı” olarak adlandırılan tozdan
eklemişlerdir. Bu taş hayvanların safra taşıdır ve zehirlenmeyi önlediğine inanılmıştır. 1900’lü yıllarda
bazı bilim insanları tarafından, bu düşünceyi kanıtlama adına bazı deneyler yapılmış ve bu taşın
arsenik ve bu türden bazı maddelere karşı koruyucu özelliği olduğu anlaşılmıştır.
46
Özkan 2011, 271.
47
Dardeniz 2015, 236-237.
48
Dardeniz 2015, 237-238.
10
üretimi sırasında bu Tanrıçaya dua ettikleri düşünülmektedir. Asur dönemine ait bir
tablette, uygun gün ve ayın belirlenmesi gerektiği, fırının önüne bir tütsü konduğu ve
törenler sırasında yere bira döküldüğü yazılmaktadır. Eski Mısır da metal ile ilişkili
kendi kutsallarına sahiptir. Altın, Güneş Tanrısı Ra’nın eti olarak değerlendirilmiş,
madencilerin Tanrıçası Hathor da çoğu zaman “altın olan” adıyla betimlenmiştir.
Hathor’a adanan tapınak, Sina’da, turkuaz madenlerinin bulunduğu Serabit elKadim’de bulunmuştur ve “Turkuaz’ın Hanımı” sıfatını almıştır49.
M.Ö. yaklaşık 3800-3100 arasındaki Geç Kalkolitik Dönem’de bir taraftan
politik organizasyonlarda gelişmeler ve doğal kaynaklardan yararlanmada belirli bir
düzen bulunmaz iken, diğer taraftan yerleşkelerin ekonomik birikimleri de istikrarlı
bir şekilde giderek artmaktaydı. Güney Mezopotamya’daki şehirleşme, burada
giderek gelişen elit sınıf ve bunların metali de içeren temel doğal kaynaklara olan
talebi ile güçlenmekteydi. Mezopotamya’daki tacirler, şehir merkezlerindeki başlıca
bakır, gümüş ve altın talebini karşılayabilmek için farklı yönlerden metal yataklarına
ulaşmaya çalışmışlardır. Bu listeye daha sonraları kalay da dahil olmuştur. Bu
50
metallerin bir kısmı, İran’dan ve yakın çevresinden karşılanmış olmalıdır . Mısırlılar
da, Sina Yarımadası’nda işlettikleri zengin bakır madenleri dışında diğer madenleri
ithal etme yoluna gitmişlerdir. Demir, altın, kalay , gümüş gibi madenleri Arabistan,
Nubya, Anadolu’dan karşılamışlardır51.
Erken Tunç Çağı’nda metal ustalarının, bölümü kalıbı alma, tavlama, altın ve
gümüş ile kaplama, çoklu kalıba dökme, merkezi delikten döküm ve lehimleme gibi
karmaşık teknikler konusunda ustalaşmışlardır. Bu teknikler, Orta Anadolu
platosundaki Alaca Höyük, Horoztepe, Eskiyapar ve diğer yerleşimler ile
Anadolu’nun kuzey kıyılarındaki İkiztepe’deki metal eserler için tipik özellikleridir52.
3.4. Cam Üretimi
Cam ilk olarak, M.Ö. 3. binin sonlarında Mezopotamya’da keşfedilmiştir.
Bilinen ilk cam örnekleri, Bronz Çağı’ndan başlayıp Demir Çağı içlerine kadar
istisnasız, değerli ve yarı değerli taşlara alternatif olarak oldukça parlak renklerde
üretilmiş ve opak yani geçirgen veya şeffaf olmayan boncuk, mühür veya kakma
tarzı küçük objelerdir. Değerli taşların işlenmesinde kullanılan kesme, oyma ve
zımparalama işlemleri uygulanmıştır53.
Cam silisyum dioksit ile kalsiyum karbonat ve sodyum karbonat
birleşmesinden oluşmaktadır. Tümüyle doğal bir madde olmakla birlikte, ancak insan
eli ve katkısıyla oluşturulabilmektedir. Silisyum dioksit “kum”, kalsiyum karbonat
49
Dardeniz 2015, 238.
Dardeniz 2015, 239.
51
Saraç 1943, 111.
52
Dardeniz 2015, 241.
53
Tek 2005, 109.
50
11
“kireçtaşı”, sodyum karbonat “soda” biçiminde doğada bulunmaktadır. Camı
oluşturan bu maddelerin birbirlerine oranları çeşitli dönemlere ve üretim
merkezlerine göre çeşitlilik göstermektedir. Camın ilk örnekleri üretilirken asıl
amacın değerli ve yarı değerli taşların taklitlerini yapmak olduğu sanılmaktadır54.
Cam ve seramik malzemelerde sır olarak çeşitli mineraller ve metal bileşikleri
kullanılmıştır. Bunlardan kalay oksit beyaz, kobalt tuzları koyu mavi, bakır tuzları
açık mavi, orpimen sarı, pirolusit siyah, hematit kızıl kahverengi sırları
oluşturmaktadır.
Bilinen en erken üretim merkezleri olan Tell el Amarna ve Malkata’da camın
üretilmesi için kullanılmış fırınlara ait izler saptanamamıştır. Ancak burada derin
olmayan, basit potaların sıcaklığa dayanıklı tamburlar üzerine yerleştirilip ateş
üzerinde ısıtılmasından oluşan bir açık ocak sisteminin kullanılmış olduğu
sanılmaktadır. Bu şartlar altında camın tam eriyik duruma gelmesi için yeterli ısıya
ulaşmak mümkün olmadığından, camın henüz macun kıvamındayken işlendiği
anlaşılmaktadır. Asurbanipal kütüphanesinden ele geçen çivi yazılı tabletlerde
Mezopotamya’daki cam üretimi için kullanılan fırınlara “kuru” sözcüğünün seçildiği
görülmüş (“kuru”-fırın, “kuru sa takkannu”-odalı fırın gibi) ve cam üretimine
elverişli ergitme fırınlarına verilen ad olduğu düşünülmüştür. “Kuru”ların camı
oluşturan hammaddeleri karıştırarak ısıttıkları anlaşılmaktadır. “Takkannu” yani
odalı fırın tipi ise cam yapımında kullanılan gerçek ergitme fırını niteliğinde
olmalıdır. Tabletlerden öğrenildiğine göre, uzun süreli ateşlemelerin gerektiği
durumlarda kullanılan bir fırın tipi daha mevcuttur. “Atunu” adı verilen bu fırınların
içinde potaların değil kalıpların kullanıldığı bilinmektedir55.
Mezopotamya ve Mısır’da ilk cam vazolar, iç kalıp tekniğinde üretilmişlerdir
(Res.3). Bu teknik, cam vazoların yapımında kullanılan en erken yöntemi
belirlemektedir. Yapılmak istenen vazonun formunda hazırlanmış organik bir madde
ile sıkıştırılmış kumdan toprak ya da kilden bir kalıbın metal bir çubuk üzerinde
oluşturulması iç kalıp yönteminin temelini oluşturmaktadır. İç kalıp tekniğinin özel
bir türü olan çubuk tekniğinin ilk örnekleri ise Mısır’da 18. ve 19. Hanedan
dönemlerine tarihlenmektedir. Daha sonraki dönemlerde kuzey batı İran ve
Mezopotamya’da M.Ö. 6.-5. yüzyıllara tarihlenen ince, uzun tüp biçimindeki
sürmedenliklerde bu tekniğe rastlanmıştır. Kullanılan başka bir teknik çeşitli
formlardaki kalıplara tek ya da çok renkli camın eriyik durumdayken dökülmesi ile
çeşitli nesne ve vazoların yapılmasında kullanılan “döküm tekniği”dir. Ayrıca,
balmumundan yapılmak istenen vazo ya da objenin bir modelinin çıkarılarak seramik
veya açıyla kaplanması, fırında ısıtılarak dıştaki seramik-alçı kabuğun sertleşmesi
buna karşın balmumunun akıp gitmesi ve böylece hazırlanan kalıba toz halindeki
camın dökülmesiyle istenen formun elde edildiği “kayıp balmumu-cire perdue”
54
55
Yağcı 1993, 12-13.
Yağcı 1993, 18-19.
12
tekniği; serbest üfleme tekniği ve kalıba üfleme tekniği de kullanılmıştır56.
Camın madde olarak M.Ö. 3. binde Mezopotamya’da bulunuşundan oldukça
uzun bir süre sonra camın işlenmesi, çeşitli formlarda vazoların yapımı
gerçekleşebilmiştir. M.Ö. 2. binin başlarında Mezopotamya’da camdan vazoların
yapıldığı bilinmektedir. III. Ur Hanedanı dönemine tarihlenen bir listede Sümerce
“an-zah/kase” ve M.Ö. 14.-12. yüzyıllara tarihlenen cam yapımıyla ilgili Akkadca
metinlerde “anzahhu/cam kap” olarak ifade edilmektedir. M.Ö. 2.binde Anadolu’daki
en önemli cam buluntuları ise Hitit başkenti Boğazköy’de ele geçmiştir. Hititçede
“cam” veya “cam vazo” anlamına gelen “zapzagai/zapzaki/zapziki” sözcüğünün
varlığı ve bunun Hititçeye girmiş yabancı bir sözcük olduğu bilinmektedir. Bu
dönemde Anadolu’da cam değerli bir malzemedir ve ele geçen cam eserler az
sayıdadır57.
3.5. Yazı Araç-Gereçleri
İnsanlığın çok önemli buluşlarından biri olan yazının icadı ile birlikte, üzerine
yazı yazılacak gereçler ve yazı araçları da icat edilmeye başlanmıştır. Bu alanda üç
temel yazı gereci olarak papirüs, parşömen ve kağıt bulunmuştur. Bununla birlikte,
bu üç temel gereçten başka, ilk olarak doğada kolaylıkla bulabildikleri çeşitli düz
yüzeyli nesnelerin üzerine yazılar yazmışlardır. Sarp kayalar, taş, mermer, hayvan
kemikleri, ağaç kabukları, keten bezi, kil tabletler, değerli metallerden levhalar, tahta
ve balmumu tabletler kullanılan yazı gereçlerindendir58.
3.5.1. Mezopotamya
Mezopotamya’da çivi yazısı özellikle kil tabletler üzerine yazılmıştır.
Coğrafyaya bağlı olarak nehir alüvyonlarından elde edilen bu toprak, ona rekabet
edecek başka malzemenin bulunmaması nedeniyle Mezopotamya’nın yazı malzemesi
haline gelmiştir. Kilden başka tahta, fildişi, deri, balmumu gibi diğer malzemeler de
daha az sayıda olmakla birlikte kullanılmıştır. Kil tablet, killi topraktan
yapılmaktaydı. Bunun için, kum, balçık ve bitkisel topraktan oluşan özlü bir toprak
gerekiyordu. Mezopotamya’da taş ve ağacın az bulunmasına karşın, yazı için uygun
kilin varlığı bu malzemenin seçilmesinde başlıca neden olmuştur. Tabletlerin
biçimleri, dönemlere ve metnin ait olduğu tablet gruplarına bağlı gözükmektedir.
56
Yağcı 1993, 23, 25-26, 29.
Yağcı 1993, 33, 69. Boğazköy’de Yukarı Şehir I-B tabakasında mavi camdan yapılmış çıplak kadın
figürini bulunmuştur. Tanrıça Astarte olabileceği düşünülen bu figürin, M.Ö. 14. yüzyıla
tarihlenmekte ve Boğazköy’e Suriye-Filistin bölgesinden getirilmiş olduğu düşünülmektedir. Bkz.
Yağcı 1993, 65.
58
Demiriş 2002, 1. Balmumu tabletler (tabulae ceratae), yazıda insanlara büyük kolaylıklar
sağlamıştır. Bu tabletler üzerine yazılan yazılar kolaylıkla silinebilmekte ve böylece tablet defalarca
kullanılabilmekteydi. Balmumu tabletler şöyle hazırlanmaktaydı: tahtanın yüzeyi ince bir tabaka
halinde oyulur, oluşturulan çukur yüzey genellikle siyah olan ince bir balmumu tabakasıyla kaplanırdı.
Tabletlerin ikisi ya da daha fazlası bir araya getirilir, kenarlarında iki ya da üç delik açılır, menteşe
görevi görecek halkalar ya da sırımlar kullanılarak birbirine bağlanırdı. Bkz. Demiriş 2002, 8-9.
57
13
Köşeleri yuvarlatılmış konveks kenarlı, dikdörtgen, kare ve yuvarlak şekilli olanların
yanında poligonal olanları da vardır59.
Yazının ilk evresini gerçekleştiren ve bir bölümüyle hala ileri derecede betim
niteliği taşıyan işaretler, kilden levhalar üzerine ucu sivri bir araçla, bir taş kalemi ile
kazınırdı. Kural oluşturamayacak birkaç durumda ise, taş kalemini kilin üzerinde
eğik tutarak işaretin içine düz çizgiler çekilirdi. Daha sonra baskıları “stylus” denilen
üç köşe uçlu bir taş kalemiyle yapmak, en yaygın yazı tekniği olmuştur60. Ana yazı
malzemesi olan kil tablet yanında daha az olmakla birlikte taş da kullanılmıştır. M.Ö.
5500-5000 yıllarına tarihlenen ve “mavi anıtlar” denilen yeşilimsi taş parçaları
üzerinde piktografik yazılara rastlanmıştır. Yazı yazılan taşlar arasında bazalt, kalker,
diorit, gre, steatit, pembe breş, şist, alçıtaşı (jips), kaymak taşı da bulunmaktadır61.
3.5.2. Mısır
Mısır tarihinin erken dönemlerinden itibaren, papyrus üzerine yazılmış çeşitli
konulardaki eserlere rastlanmaktadır. Kil tablet ise, papyrus ve taş yanında pek az
sayıda kullanılmıştır. Papyrus bitkisinden yapılan bitkisel kağıt, kendi vatanı olan
Mısır’da çok eski dönemlerde kullanılıyordu. En eski ancak yazılmamış papyrus, I.
Sülalenin resmi görevlisi Hemaka’nın mezarında bulunmuştur62. Papyrus’un
hazırlanışı sırasında bitkinin özü bir alet yardımıyla sapın uzunluğu boyunca çıkarılır,
gövde tabakalara (philyree, schidae, inae) ayrılırdı. Saplar kesilir ve kabuğu
soyulurdu. Kabuğun hemen altındakiler, çevredekilere oranla daha ince ve esnek
olduğundan, en iyi kalitede olanlar sapın merkeze en yakın olan kısmından sağlanırdı.
Elde edilen şeritler birinde bitkinin lifleri düşey gelecek şekilde diğerinde de yatay
gelecek şekilde, doksan derece açıyla iki tabaka halinde üst üste konur, tabakalar Nil
suyu kullanılarak ve çekiçle dövülerek birleştirilirdi63.
Eski Mısır’da Mezopotamya’da olduğu gibi seçilen yazı taşıyıcısına uygun
olarak bazı yazı araç ve gereçleri kullanılıyordu. Kalem ve mürekkepler bunların
başında gelmektedir. Tasvirlerden anlaşıldığı kadarıyla bunların kamıştan yapılan
“calamus” ve “stylus”lar, taşçı kalemleri, kırmızı ve siyah mürekkepler olduğu
anlaşılmaktadır. Mürekkebin karıştırılması için deniz hayvanlarının kabukları
kullanılmıştır. Yazıların silinmesinde ise, püskül ve süngere rastlanmaktadır.
Papyrusun bitki kökenli organik yapısı nedeniyle kırılgan bir malzeme oluşu
dolayısıyla zarar görmemesi için limon ve Sedir Ağacı yağı ile yağlandığı
59
Yıldız 2000, 4-5, 9. Dünyada bilinen en eski yazılı belgeler, Irak’ın güneyindeki eski Sümer kenti
Uruk’ta bulunan ve M.Ö. 3300’lere tarihlenen kil tabletlerdir. Sümer aşk ve savaş tanrıçası İnanna’ya
adanmış tapınaklar kompleksi olan Eanna külliyesinde bulunmuştur. Bkz. Pulhan 2003, 46.
60
Nissen 2004, 106.
61
Yıldız 2000, 15-18.
62
Yıldız 2000, 28.
63
Demiriş 2002, 11-12.
14
bilinmektedir64.
3.5.3. Anadolu
Anadolu’da M.Ö. III. bin yılında bazı eserler arasında yer alan simgeler, II.
bin yılında Kültepe ve Konya Karahöyük kapılarında görüldüğü gibi gelişerek
Anadolu’ya özgü hiyeroglif yazısını oluşturmuştur. Hititler döneminde mühürler
üzerinde devam eden bu yazı halkın görebileceği yerlere, askeri yollar üzerindeki taş
ve kayalara yazılmıştır. Anadolu’ya gerçek anlamda yazı, Asurlu tüccarlar ile
Mezopotamya’dan gelmiştir. Bu yazı gelişimini tamamlamış bir çivi yazısı olup kil
tablet ile birlikte kullanılmıştır65. Çivi yazısı terimiyle “kama biçimli-simgelerden
oluşan yazı” ifade edilmektedir. Yumuşak kile ucu yontulmuş bir kamışla hafifçe
bastırarak, kama görünüşlü izlerin oluşturduğu simgeler levhaya yazılır, sonra bu kil
levha fırınlanarak sağlamlaştırılırdı66. Keramik, balmumu kaplı levhalar, deri, altın,
gümüş, bronz ve diğer metallerin üzerine yazılmış levhalar yazı malzemesi olarak
kullanılmıştır67.
3.6. Mayalama ve Dericilik
Eskiçağ Önasya uygarlıklarında, mayalama yönteminin bilindiği ve bu
yöntemle peynir, yoğurt, şarap yapıldığı görülmektedir. Muhafazası zor olan sütün
dayanıklılık süresini arttırmak ve naklini kolaylaştırmak için insanoğlu sütü eskiden
beri çeşitli ürünlere işlemiştir. Peynir insanoğlunun uygarlığa geçişinin ilk
simgelerinden birisi olarak da kabul edilmektedir. Neolitik Dönem’de ilk kez
yapıldığı düşünülen peynirin, ilk defa kim ya da kimler tarafından nerede ve nasıl
yapıldığı konusunda farklı fikirler söz konusudur. Olasılıkla içmedikleri sütü yeni
kesilmiş koyun işkembesinden yapılan tulumda saklayan insanlar, süt yerine kesik
sütle karşılaşmışlar ve bu şekilde de peynir bulunmuştur. Mezopotamya’da M.Ö.
3500-3100 yıllarına tarihlenen bir taş kabartmadaki figürler, Sümerlerin süt
teknolojisini iyi bildiklerini göstermektedir. Sümer ve Akadlarda iki yüze yakın
peynir çeşidi bilindiği tahmin edilmektedir. Babil uygarlığında da sütçülüğün iyi
durumda olduğu ve peynirin soyluların yiyeceği olarak tüketildiği bilinmektedir
(Res.4). Hititler de inek sütünden peynir yapmışlardır. Bununla birlikte, İsviçre’nin
Neuchatel Gölü kıyılarında yapılan kazılarda M.Ö. 5000’lere ait kesik süt süzme
kapılarının bulunması, peynir yapımının tarihini çok daha eskilere götürmektedir68.
Yoğurt, memeli hayvanların evcilleştirilmesi ile başlayan süreçte, sütün
muhtemelen doğal koşullarda fermantasyon bakteri ile buluşması sonucunda
64
Yıldız 2000, 28, 34-36, 158. Calamus ile payrus ve parşömen üzerine, stylus ile daha çok balmumu
üzerine yazılırdı. Bkz. Yıldız 2000, 189-192.
65
Yıldız 2000, 39-41.
66
Umar 1999, 37-38.
67
Yıldız 2000, 42-46.
68
Kamber 2006, 40-41.
15
oluşmuştur. Sütü fermantasyona uğratan Laktik Asit bakterileri sütü pıhtılaştırarak
yoğurda dönüştürürler. Süte doğal çevreden mikroorganizmaların bulaşması ile sıcak
iklim koşullarında doğal olarak yoğurdun oluşmuş olma olasılığı yüksektir69.
Dericilik de bilinen ve yaygın olarak kullanılan bir alandı. Hayvan derilerinde
idrar, hayvan dışkısı, şap, meşe palamudu, akasya tohumu, demir sülfat kullanılarak
tabakalama işlemi gerçekleştirilirdi. Tabakalanan deriler bitkisel ve hayvansal
boyalarla boyanırdı. Mezopotamya’da M.Ö. 3. binden itibaren derinin işlendiği
bilinmektedir. Sümer, Akad, Babil, Asur dönemlerinde yaygınlaşan ve gelişen
dericilik faaliyetleri, kırmızı keçi derisi ile Babil’i üne kavuşturacak düzeye
gelmiştir70.
Mısır’da hayvan derilerini tabakalamaya hazır hale getirmek için, temizlemek
amacıyla tuz, un, tahıl, bitki sapları, ince dallar, yapraklar, tohum ve meyvelerden
yararlanarak çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Şap ile tuz yarı yarıya kullanılarak
beyaz renkli ve sağlam deri elde ediliyordu. Keçi ve koyun derileri için akasya
tohumları ve yaprakları kaynatılmış suya karıştırılarak bu çözeltiye deriler
konulmuştur. Kullanılan bir diğer bitkisel madde, “deri elması” denilen nardır. Narın
kabuğundan faydalanılmıştır. Bir başka yöntem olarak deriler yağ kabına batırılır ve
yumuşatılır, tezgah üzerine gerilerek yağı emmesi sağlanır, bu amaçla sopa ile
dövülürdü. Esneklik kazanan deri, suyu geçirmez hale gelmiş oluyordu (Res.5-6)71.
Mezopotamya’da çeşitli eşyaların yapımında kullanılan deri, sığır, keçi,
koyun başta olmak üzere eşek, su yılanı, yabani dağ keçisi, geyik, kedi, tavşan,
kaplan gibi hayvanlardan sağlanıyordu. Bu derilerin farklı işleniş biçimleri
metinlerde ayırt edilmişti. Kalın, şişirilmiş, suya batırılmış, doymuş, yarılmış gibi
ayrı ayrı teknik terimlere rastlanmaktadır. Ayrıca deriler marka ile damgalanmış, iyi,
kötü, eski, yeni, yıpranmış gibi nitelikleri belirtilmiştir. Deriler henüz soyulmuş taze
deri iken, önce üzerlerindeki pislikleri temizlemek amacıyla tuzlu suda tutuluyor
daha sonra gölgede kurutuluyordu. Temizlenen deri, belli maddelerin bulunduğu bir
çözeltide ıslatılıyordu. Tüyleri çıkartılıyor ve deri şişiyordu. Sopalar ile dövülen deri,
ağaç tezgahlara gerilerek kurutuluyordu. Postlar ise un, üzüm suyu, şarap, bira, süt ve
tuz ile işlem görüyordu. Derilere belli bir esneklik vermek, sağlamlık kazandırmak ve
çürümeleri önlemek için, onları yağlarla işlemek gerekli olmuştur. Bu amaçla
tereyağı, balık yağı, kemik iliği, beyin, süt, yumurta sarısı gibi maddeler deriye
yedirilmiştir. Dericiler kendi aralarında meslek birlikleri kurarak, belli mahallelerde
yaşamışlardır. Derilerin kötü kokuları nedeniyle şehrin dışında olan bu mahallelerde
yaşayan dericiler arasında uzmanlık dalları vardır. Bir erken dönem Babil metnine
göre sadece derileri soymakla görevli olan kişiler “susikku”, derileri boyayanlar
69
Özden 2008, 128-129.
Yıldız 1993, 1.
71
Yıldız 1993, 20-21.
70
16
“Şamua” ve “kordoba” olarak adlandırılmışlardır72.
Hititlerde dericilik ve endüstrisi gelişmiş, tapınak ve saraylarda özel atölyeler
kurulmuştur. Buralarda çalışan ustalar, dinsel açıdan temizlenmiş derileri özenle
işleyerek çeşitli eşyalar yapıyorlardı. Deri ve postların ekonomik değeri biliniyor;
koyun, keçi ve kuzu postları kült sembolü olarak kullanılıyordu. Bu keç